ALEVİLİK NE DEĞİLDİR ?
1) GERÇEK ALEVİLİK İSLAM DİNİNDEN GAYRİ BİR YOL DEĞİLDİR; İSLAM’IN BİZZAT ÖZÜDÜR
Bilindiği üzere İslam dini, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bu dünyadan ayrılışından itibaren çeşitli bölünmeler yaşamış ve çeşitli entrikalarla çeşitli mezhepler ve tarikatlar kurdurulmuştur. Alevilik İslam’ın özünü temsil eden bir değerler bütünüdür ve doğrudan Peygamberimizin sözleri ve vasiyeti ile beyan edilen temel bir gerçektir. Kaynağını doğrudan Kur’an-ı Kerim’den ve Hz.Muhammed’ in risaletinden almaktadır. En doğru yolu savunduğunu iddia eden diğer bütün mezhepler ise Hz.Muhammed’den çok sonra ortaya çıkmıştır ve kişilerin kendi şahsi, beşeri ve zanni yorumlarıyla dar bir çerçeve içinde hapsolup günümüze kadar ulaşmışlardır. Oysa, kaynağını, ilmini ve temel yapı taşlarını Hz. Muhammed’den almayan bu mezhepler nasıl Ehlibeyt-Oniki İmam rehberliği olmadan hakikate ulaştıklarını iddia etmektedir ? Hz.Muhammed (s.a.a.v.), Gadir-i Hum olayında Hz.Ali’nin (k.a.v.) velayetini alenen tasdik ederek dinin tamamlandığını ilan ettiği halde sonrasında türeyen mezhepler, İslam’ın hangi eksiğini tamamlamak gayreti peşine düşmüşler ve sonunda nasıl Müslümanların bölünerek birbirlerine düşman olmalarına neden olmuşlardır?
Halbuki Ehlibeyt, sadece Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) bu dünyadaki soyunu ve ruhunu devam ettiren yegane nesil olmakla kalmamış, dini yaşam tarzının birey ve aile olarak en güzel örneğini, prototipini de oluşturmuştur. Hz. Ali’yi (k.a.v.), Hz.Fatima’yı (s.a.), Hz.Hasan’ı (s.a.) ve Hz.Hüseyin’den (s.a.) Onikinci İmam Muhammed ibn-il Hasen-el Hucceh’e (s.a.) kadar devam eden bu mutahhar (tertemiz, pırıl pırıl), ilim ve irfanın madeni olan şerefli soya tutunmak ve onları sevmek, gerçek Alevilikte kendini ifade eden İslam dininin evrenselliğini simgelemiştir. Bu öyle bir Alevilik ve İslam anlayışıdır ki Hz.Adem’den (s.a.v.) Hz.Muhammed’e (s.a.a.v.) kadar var olan bütün peygamberlerin ve bütün, tek bir Allah’a iman eden dinlerin vermek istedikleri mesajları, bilgileri ve hikmetleri kapsayan bir düşünce tarzına sahiptir. Bu düşünce tarzı, aslında doğal olarak temel özün değişmemesi gerektiği hükmünden yola çıkarak, dünyada yaşayan tüm insanları ırk, renk, dil ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın kucaklamakta ve hoşgörüyü, insan sevgisini, bilimi aşılamaktadır. Ehlibeyti okumak ve anlamak; maddi çıkar, makam, riyaset ve iktidar hırsı gibi dünyevi nedenlerle hem dinler arasında hem de her dinin sonradan geliştirilen kendi mezhepleri arasında yapay farklılıklar oluşturarak, insanları birbirine kırdırmanın, kan dökmenin, zulüm yapmanın ne kadar anlamsız ve değersiz olduğunu; dünyamızın herkese yetecek doğal varlıklarının vahşice tahrip edilerek belirli ellerde toplanmasının ve kalanların yoksulluğa, açlığa mahkum edilerek bütün insanlığın geleceğinin nasıl ışıksız bir karanlığa itildiğini görmek demektir.
Dinlerin, zaman içerisinde toplumun yeni yaşam koşullarına göre yeniden biçimlenmesi, yeni güzellikler katılarak zenginleştirilmesi elbette kabul edilebilecek bir gerçektir. Ancak, burada söz konusu olan her seferinde bu kötü insanların dinin manevi değerlerle yükselen direklerini yıkarak özünden uzaklaştırması ve dini siyasi bir araç olarak kullanarak kendi dünyevi hırslarına kurban etmesidir. Bu noktada şunu da itiraf etmek gerekir ki, İslam’ın özünü oluşturan Alevilik dahi zaman içerisinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olayların etkileşimi ile değişmiş ve kutsal mesajlar açısından bir erozyona uğramıştır. Bugün itibariyle ne İran’da siyasallaştırılıp, yozlaştırılan Şiilik anlayışı, ne Anadolu’da İslam’ın temel esaslarından uzaklaştırılıp semah gösterileriyle sembolize edilen Bektaşilik anlayışı, ne Oniki İmam’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyen İsmaililik ve Zeydilik anlayışı ne de diğer coğrafyalarda ortaya çıkarılan Alevilik anlayışları gerçek Aleviliği temsil etmemektedir. Burada Anadolu Aleviliğini, yani Bektaşilik geleneğini diğerlerinden şu noktada ayırt etmek gerekir; Anadolu’da oluşan bu yaklaşım Ehlibeyt sevgisini ve Ehlibeyt’in aşıladığı insan sevgisini layıkıyla yerine getirmekte, karşı düşüncede olan hiç kimseye kin ve nefret beslememektedir. Kardeşliği, hoşgörüyü, bilgiyi ve insan sevgisini teşvik etmektedir. Ancak, sonuç itibariyle Kur’an-ı Kerim’in vaaz ettiği dini esasları, Kur’an-ı Kerim’in değiştirildiği gerekçesiyle kabul etmemek ve Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) söz ve uygulamaları görmezden gelmek Aleviliği siyasal ve kültürel bir yaşam tarzı ya da felsefesi haline dönüştürmektedir. Bu ise, Ehlibeytin İslam’ın öz değerlerini temsil etme misyonuna zarar vermekte ve diğer mezhepler karşısındaki haklılığını ortaya koyan tezlerini zayıflatmaktadır. Çünkü, Hz. Ali (k.a.v.) ve Ehlibeyt sevgisinin ve bununla aydınlanan marifet ve hakikat yolunun Kur’ an-ı Kerim’in mubinliği (iyiyi kötüden, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan ayıran; açık, âşikar ve anlaşılır olan) ve Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) nuru olmadan sağlam ve Hakka yükselen bir temel üzerine inşa edilmesi mümkün değildir.
2) ALEVİLİK, PEYGAMBERDEN SONRA ORTAYA ÇIKAN İKTİDAR MÜCADELELERİ SONUCUNDA ORTAYA ÇIKMIŞ BİR MEZHEP DEĞİLDİR
Bertrand Russel’a göre, eski ve yakın çağ tarihi üzerinde doğru bir yorumda bulunabilmek için, iktidar aşkının toplumsal sorunlarda önemli rol oynayan faaliyetlerin sebebi olduğunu bilmek gerekmektedir (1). Gerçekten de İslam dünyasında ortaya çıkan sorunlara bakıldığı zaman en başta hilafet kavgası ile başlayan ve daha sonra günümüze kadar sürüp giden iktidar mücadelelerini görmemek mümkün değildir. Hz.Muhammed (s.a.a.v.) dahi peygamberlik görevini yapmaya başladığında, Mekke oligarşisi önce bunu hoşgörüyle karşılamış ancak daha sonra putların yıkılması gerektiği ve iktidarlarının gitmekte olduğu anlaşılınca buna şiddetle karşı çıkmışlardı. Peygamberden sonraki süreçte de ortaya çıkan en önemli sorun yine iktidar kavgaları olmuştur. Birinci halife Ebu Bekir ve ikinci Halife Ömer başta olmak üzere bir çok Sahabe öyle bir hırsla bu mücadeleye ortak olmuştur ki, tarihin şahitliğinde Peygamberimizin mübarek naaşlarını ve cenaze işlerini terk ederek Ensar’ın Saide Oğulları Gölgeliğinde (Beni Saide Sakife’si) yapılmakta olan toplantı yerine koşmuşlardı.
Bugün itibariyle bir Cumhurbaşkanı vefat etse ve birileri aman devlet işlerimiz aksamasın, nasılsa birileri cenaze işlerini yürütür, bugün-yarın seçimimizi yapalım derse korkunç tepkiler alır ve esefle ayıplanırdı. Oysa, söz konusu muameleye maruz kalan kişi âlemlere rahmet olarak gönderilen bir büyük Peygamber ve Allah’ın elçisi ve bunu yapanlar sahabe oldukları için neredeyse yıldızlar konumuna yükseltilen bir takım insanlar. O Peygamber ki, kendisinden sonra olacakları bildiğinden çeşitli ortamlarda;
“Ben kimin mevlâsı isem Ali’de onun mevlâsıdır..”
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır”
“Ali’nin bana olan yakınlığı (menzilesi), Harun’un Musa’ya olan yakınlığı gibidir”
ifadelerini kullanarak doğal bir şekilde kendisinin yetiştirdiği, amcasının oğlu, soyunu devam ettirecek olan kızının damadı İmam-ı Ali’yi (k.a.v.) insanlara tavsiye etmişti. Bununla da yetinmeyerek, bu konuda yazılı bir vasiyette bulunmak istemişti. Ancak, iktidar aşkı bütün bu sözlerin kulak ardı edilmesine, yazılı emir isteğinin gürültü ve patırtı ile engellemesine yol açmıştı. Beni Saide Oğulları’nın evinde yapılan toplantı sonucunda Ebu Bekir’in Birinci Halife olarak seçilmesi, o günden bugüne İslam dünyasında yaşanacak tartışmaların ve ayrılıkların ilk tohumunu atan olay olmuştur. Toplantının ne şekilde gerçekleştiği konusunda Şii ve Sünni tarihçiler farklı ifadeler kullansalar da bunlar sadece ayrıntılarla ilgilidir. Dolayısıyla, bu toplantının yapılıp yapılmadığı konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. Burada açık olan bir şey, Ensar’ın Saide Oğulları gölgeliğinde toplandığını ve Peygamber’den sonra bu makama kimin getirileceği yönünde tartışmalar yapıldığını haber alan Ömer’in, derhal Ebu Bekir’i olay yerine çağırdığı ve çeşitli tartışmalardan sonra bir oldu bittiyle Ebu Bekir’i birinci halife seçtirdiğidir. Açık olan ikinci şey, aynı toplantıdan Hz. Ali’nin de (k.a.v.) haberdar edilmesi ancak Onun cenaze işlerini tamamlayacağı ve Peygamberin naşını ortada bırakmayacağı yönündeki açıklamasıdır.
Bundan sonraki süreçte, Ensar’ın hilafet üstündeki iddiası bertaraf edilmiş ancak bu işe hakkıyla en çok uygun olanların Hz. Ali ve Ehlibeyt olduğu yönündeki tezler hep devam etmiştir. Aslında, Ehlibeyt dahi bu durumun farkında olduğu halde sahip oldukları yüksek ahlaki ve manevi değerler sayesinde bu işe hiçbir zaman talip olmamışlar, İslam dininde bölünmeler yaşanması ve kardeş kanı dökülmesine razı olmamışlardır. Üstelik, Ebu Bekir ve Ömer’in Peygamberin biricik kızı Hz. Fatima’nın (s.a.) evine gelerek içerdekileri zorla biat etmeye çağırmaları ve içeriden kimse çıkmayınca Ömer’in evi yakmakla tehdit etmesi olayına rağmen Ehlibeyt, bu olayları bir kavga ve kan dökme meselesi haline getirmemiştir. Hz. Ali’nin (k.a.v.) halifeliği ise Osman’ın öldürülmesi ve kargaşanın ortadan kaldırılması neticesinde rica ve minnetle olmuş, bu konuda İmam’ın herhangi bir iktidar mücadelesi olmamıştır. Aynı şekilde Peygamber eşi Ayşe’nin bir erkek deveye binerek siyasete girdiği Cemel Vak’ası ve Kur’an-ı Kerim’in sayfalarını bile iktidar uğruna mızrak uçlarına geçirten Muaviye ile yapılan Sıffin savaşı, çeşitli kışkırtmalar ve entrikalar yüzünden gerçekleşmiştir.
Ne yazık ki, bu olayların tarihsel ve siyasi akışlarını takip eden bir çok tarihçi ve din adamı çok garip bir tavır takınmışlardır. Ehlibeyt’in, hakkı olan hilafet makamına rağbet etmemesini sadece mütevazılık ve uysallık olarak değerlendirirken, diğerlerinin iktidar ve makam hırsıyla hilafet makamını işgal etmelerini ise din ve toplum işlerinin bekası için fedakâr bir davranış olarak görmüşlerdir. Bu, tıpkı geçmişte ve günümüzde olduğu gibi bir takım aydınların iktidar kim olursa, iktidara yaranan ve tüm değerleri ters yüz edebilen tavır değişikliğine benzemektedir. Oysa bu tavır hem maddi hem de manevi değerleri altüst etmekte ve ayrımcılığı teşvik ederek halkların arada ezilip gitmesine yol açmaktadır.
Bu bağlamlarda, Alevilik, din tarihçilerinin ima ettiği gibi hilafet kavgaları sonucunda ortaya çıkmış bir mezhep değildir. Alevilik aslında İslam’ın özü iken, yapay olarak gündeme getirilen mücadeleler sonucunda kendine özgü bir mezhep haline getirilmiştir. Ayrıca, Aleviliğin kendisi dahi yine iktidar kavgalarının bir kurbanı haline dönüştürülmüş, çeşit çeşit mezhepler, tarikatlar türetilmiştir. Dolayısıyla, samimi ve temiz bir niyetle İslam’ın öz değerlerini bulmak isteyenlerin, bakış açılarından iktidar hırsı, hile, entrika ve maddi çıkar gibi zararlı unsurları çıkartıp mezhepleri de tarafsız bir gözle süzgeçten geçirmeleri ve değerlendirmeleri Hakka ve Hakikate ulaşmanın temel bir zorunluluğudur.
1) Bertrand Russel, İktidar, çev. Mete Ergin, Altın Kitaplar, İstanbul 1976.
3) ALEVİLİK HULÜL VE TECESSÜD'Ü KABUL EDEN BİR ANLAYIŞA SAHİP DEĞİLDİR
Hûlul, İlahi zatın veya sıfatlarının yaratıklardan birine veya tamamına intikal edip onlarla birleşmesi anlamında bir terimdir. Tecessüd de (Allah’ın bir insan bedeninde vücut bulması) bir hûlul türüdür. Firavunların bir çeşit hûlul inancını benimsediklerini ve kendilerini Allah yerine koyduklarını söylemek mümkündür.
İslam’ın özünü temsil eden Alevilik inancının hûlul inancıyla hiçbir bağlantısı bulunmamasına rağmen, çeşitli Alevi mezheplerinin ve tarikatlarının bunu kabul ettiği yönünde söz ve eserler bulunmaktadır. İslam dininde hûlul düşüncesi kesin ve açık bir şekilde reddedilmektedir. Kur’an-ı Kerim İhlas suresinde bu konuda net bir beyanda bulunmaktadır:
“De ki; O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir). O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”
Buna göre, Yüce Allah’ın bir insan olarak doğması veya bir insan bedeninde yer alması mümkün değildir, dolayısıyla kabul edilemez. İslam tarihinde tasavvuf düşüncesi, çıkış noktası olarak İslam’ın özünden hareket ettiği halde, zamanla saplantı içinde olan kimi düşünce adamları tarafından değişime uğratılmış ve bu tarz bir düşünceyi bünyesinde barındırmaya başlamıştır. Oysa bu düşünceyi ortaya atanlar sadece kendi heva ve akıllarına uyarak büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Ancak, bu yanılgının ortaya çıkmasında o düşünce adamlarını bu tür bir anlayışa sevk eden temel unsurların da gözden uzak tutulmaması gerekmektedir. Hûlul anlayışı ne kadar İslam’a ve Kur’an’a aykırı ise bu konuyu düşünmeye zorlayan bazı gerçeklerin de üzerinin örtülmesi ve yokmuş gibi varsayılması bir başka yanılgıyı beraberinde getirmektedir.
Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere her dönem farklı şekillerde bir ses, bir görüntü, bir nur veya ateş olarak dünyada tecelli etmiştir ve etmeye de devam etmektedir. Aşağıdaki ayetler bunu kanıtlamaktadır:
“Mûsâ tâyin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca Rabbim demişti, bana görün de bakayım sana. Rabbi, beni kesin olarak göremezsin sen demişti, fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse görebilirsin beni. Derken Rabbi, dağa tecellî edince dağ, yerle bir oldu ve Mûsâ bayılıp yere yığıldı. Kendisine gelince de seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim dedi, tövbe ettim sana ve ben, inananların ilkiyim.” (A’raf suresi, 143.ayet)
“Hani bir ateş görmüştü de ailesine, “Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm (oraya gidiyorum). Umarım ondan size bir kor ateş getiririm, yahut ateşin başında, yol gösterecek birini bulurum” demişti. Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ!” “Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın.” (Ta-Ha suresi, 10, 11,12. ayetler)
“Mûsâ, ateşin yanına gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas suresi, 30.ayet)
Ayetler açık olarak Allah’ın istediği takdirde bir dağa, bir ağaca tecelli edebileceğini, bir ateş veya bir nur olarak görünebileceğini göstermektedir. Kur’an-ı Kerimde Allah kendisini nitelendirirken tıpkı bir insan gibi kızan, öfkelenen, seven, kendisi ile muharebe edilen ve eli, yüzü olan bir varlık gibi kavramları kullandığına göre, gerektiğinde yeryüzüne halife olarak gönderdiği bir insan görüntüsünde dahi tecelli edebilecektir. Buradaki temel yanlışlık tüm bu zuhur ve tecelli olaylarının birer mecaz veya birer görüntüden ibaret olduğunu, Allah bir dağa tecelli ettiğinde O’nun bir dağ olmayacağını, bir ateşe tecelli ettiğinde onun bir ateş olmayacağını görememektir. Hûlul düşüncesinin gelişmesinde bu yanılgı önemli bir rol oynamaktadır. Allah canlı veya cansız hiçbir varlıkla sınırlandırılamaz, insanın gözüyle ya da aklıyla idrak edilemez. O ezel ve ebed’ dir, her şeye gücü yetendir. Ancak, Kur’an-ı Kerim’den anlaşıldığı üzere Allah gökyüzünde ya da yeryüzünde peygamberlerle ve insanlarla olan diyaloglarında zaman zaman kendi gücünün ve büyüklüğünün kavranabilmesi için teşbihi ifadeler kullanmakta ve “görünebilen” bazı özelliklerle tecelli etmektedir. Çünkü, Allah insanların düşünen varlıklar olarak kendisini tasavvur etmeye çalıştıklarını şüphesiz bilmektedir ve bu konuda onlara örnekler vermektedir. Kaldı ki peygamberler ve melekler de seçilmiş insanüstü varlıklar olduğu halde onların da birer insan görüntüsüyle yeryüzünde hazır bulunmaları, insanlara örnek olmaları yine bu anlayışın bir sonucudur. Nitekim aşağıdaki ayette konu çok açıktır:
“Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O, her gün yen bir tecellidedir (hergün kendini bambaşka bir yolla ifade eder).” (Rahman suresi, 29. ayet)
Hz. İbrahim’e (s.a.v.) insan olarak görünen ancak birer melek olan misafirleri, Hz. Meryem’in (s.a.) karşısına insan görüntüsüyle çıkan melek Cebrail ve peygamberlerin olağanüstü, ancak ibretlerle dolu yaşam öyküleri incelendiğinde bu örnekleri daha iyi anlayabilmek imkanı bulunmaktadır. Hz.Muhammed (s.a.a.v.) bu özelliğinden dolayı bütün “alemlere rahmet olarak” gönderilmiştir ve Maide suresi 15. ayette belirtildiği gibi “Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap” olarak Kur’an’la birlikte gelmiştir. Onun bir beşer şeklinde görünerek insanlara örnek olmasının hikmeti ise İbrahiym suresi 11.ayette açıklanmaktadır: “Biz ancak sizin gibi birer insanız. Fakat Allah, kullarından dilediğine (peygamberlik) nimetini bahşeder. Allah’ın izni olmadıkça, bizim size bir delil getirmemiz haddimize değil. Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler”.
Alevilikle hûlul anlayışının birbiriyle bağdaştırılmasının ardında yatan gerçek de işte bu hikmettir. Zira, başta Hz. Ali (k.a.v.) olmak üzere Ehlibeyt, 12 Masum İmam insanüstü özellikler gösteren nurani varlıklardır ve başından sonuna kadar örnek hayatlar sunarak insanlara Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) sonra yol gösterici olmuşlardır. Hz. Ali’nin (k.a.v.) savaşlarda gösterdiği kerametler, aktardığı ilmin derinliği, güneşi geri çağırmasındaki ve ayı ikiye bölmesindeki mucizeler tamamen kaynağını Allah’ın nurundan alan olaylardır. Allah kendi gücünü, kudretini ve ilmini işte bu nurani varlıklar aracılığıyla örneklendirmiştir. Bununla birlikte, insanlar bu ilahi özellikleri normal bir insanın sahip olabileceği özellikler olarak görmüş ve hûlul düşüncesi bu şekilde oluşmuştur. Ne Allah ne O’nun peygamberleri ve ne de Peygamberin Ehlibeyti normal birer insan değildir; onlar sadece Allah’ın kendi nurundan yarattığı ve tebliğ edici, bilgi ve sevginin pınarları olarak gönderilen görevlilerdir. Onların mucizeler göstermeleri Onların birer İlah olduğu anlamına gelmediği gibi sadece Allah’ın sonsuz hikmetinin birer nişanesidirler. Aslında konunun merkezinde yatan ana mesele, insanların gördükleri ve duydukları şeye inanmak istemeleridir. Bu nedenle Hz. Ali (k.a.v.) mutlak hakikate ulaşmanın görmekten ve duymaktan geçtiğini şu sözle vurgulamaktadır.
“Hakikat, gözlerim ve kulaklarım arasındaki mesafededir”.
Sonuç olarak, Allah’ın, O’nun elçilerinin ve Ehlibeytin yeryüzünde çeşitli şekillerde tecelli etmelerinin onları, tecelli ettikleri şeye dönüştürdüğünü kabul etmek de büyük bir yanılgıdır; her şeye yetebilen gücü ve enerjisiyle Allah’ın, O’nun elçilerinin ve Ehlibeytin çeşitli formlar çerçevesinde kesinlikle tecelli edemeyeceğini kabul etmek de büyük bir yanılgıdır. Allah her halükarda insana şah damarından daha yakındır ve istediği zaman, istediği formda kudretinden bir bölüm sergileyebilir. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) Necm suresinde anlatıldığı üzere Allah’ı görebilmesi olayı, bu anlamda değerlendirilmelidir. Tasavvufta irşad olmanın ve hakikatleri idrak etmenin ilm’el yakiyn, ayn’el yakiyn ve hakk’ul yakiyn olgularıyla açıklanması da bu sebepledir. İlm’el yakiyn kalp gözü ve kalp kulağı açılmadan önce sahip olunan ilmi yakiyndir (Tekasür suresi 5.ayet); ayn’el yakiyn kalp gözü ve kalp kulağı açıldıktan sonra varlıklar âleminin kalp gözüyle görünmesidir (Tekasür suresi 7. ayet); hakk’ul yakiyn ise kalp gözü açıldıktan sonra rüyetin (görünüm) hak’ka ait sırlarını kavrayacak bir yakiynin hasıl olması, cennet ve cehennemin, nihayet Allah’ın görülmesidir (Vakıa suresi 95.ayet. Kısaca;
“Şüphesiz ki bu (hazır ve nazır olarak işaret edilen Allah), kesin bir gerçektir (hakk’ul yakiyndir)” (Vakıa, 95).
4) DÜNYADA İSLAM’IN ÖZÜ OLAN ALEVİLİĞİ GERÇEK ANLAMDA KİMLER TEMSİL ETMEKTEDİR ?
Bugün dünyada her din içerisinde onlarca mezhep bulunmaktadır. Bunun yanında, çeşitli sempatik, kulağa hoş gelen ve gizemli kavram ve sembollerle insanlara ulaşmaya çalışan onlarca tarikat türemektedir (1). Gerçekte bunların hepsi insanların ekonomik ve sosyal yaşantılarında ortaya çıkan değişim ve dönüşümler karşısında kendilerini bir boşlukta hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Dünya ölçeğinde bir amaçsızlık hâkimdir ve bu durum art niyetli kişiler tarafından farklı görüşler ve tarikatler ekseninde kullanılmaktadır. Aslında, insanlığın var oluşundan günümüze tek bir gerçek süregelmiştir: Hz. Ali ve Ehlibeyt sevgisi. Tarihin her döneminde bu gerçek değişik isim ve etiketlerde kendini bulmuştur. Bu sevgi insanı Allah’ a ulaştıran, insanı mutlu eden, insanı iyiliğe, bilgiye ve güzel olan her şeye yükselten bir mutluluktur.
Dünyada, Arap kökenli olan Aleviler bu sevgiyi yaşatmakta ve bu sevgiyi esas almaktadır. Arap Aleviliğinde insanlara aktarılan tüm bilgilerin ve yazılmış olunan yazıların özünde bu sevgi yer almaktadır. Dolayısıyla, Arap Aleviliği, Kur’an ve Ehlibeyt doğrultusunda İslam’ın ve İmanın şartlarını gerçek anlamlarıyla yorumlayan yegane öğretidir ve seleflerinde olduğu gibi ne “kültürel” ne de “siyasal” unsurlarla kendisine yeni misyonlar yüklememiştir. Nesilden nesile öz ve hakiki bilginin aktarılması ve işlenmesinde ırk, cemaat veya herhangi bir zümre esasına bağlı olarak da varlığını sürdürmemiştir. Arap Aleviliğinde kafalarda soru işareti yaratan tek bir konu vardır, bu da Ehlibeyt ve Oniki İmam dönemi sırasında bu sevginin ve bu öğretinin bir belgeye dönüştürülmemiş olmasıdır. Bunun nedeni, öğretinin sahipleri olan ve kendisini oluşturan İmamların (2) bu süreçte hazır bulunuyor olmaları ve insanların da onların etrafında kenetlenerek bu gerçeği ikrar etmiş olmalarıdır. Fakat, sonuncu İmamın gözlerden kaybolmasıyla birlikte dönemin din büyükleri, sonraki kuşaklara bu öğretiyi en güzel ve en doğru bir şekilde aktarabilmek için yazılı belgeler oluşturdular. Bu süreç Onbirinci İmam Hz. Hasan El-Askeri’ nin (s.a.) yardımcısı ve sadık dostu olan Ebu Şuayb’la başladı. Bu, ortaya çıkan belgelerin kesinlikle kişilerin şahsi görüşleri olmadığı anlamına gelmektedir; burada söz konusu olan şey birbirine bağlı nurdan bir halkanın İmamlara ve onlardan Hz. Ali (k.a.v.) ve Hz. Muhammed’ e (s.a.a.v) uzanıyor olmasıdır.
Dinde bir başvuru noktası ya da bir merci bulunması çok önemli bir konudur, bu nedenle bütün Peygamberler kendilerinden sonra ihtilafa düşülmemesi için bir aday, bir vâsi bırakmışlardır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) “ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı; ilim isteyen kapıya gelsin” demekle kendisinden sonraki merci noktasını göstermişti. Hz. Ali de (k.a.v.) kendisinden sonra oğlu Hasan’ı (s.a.) ve Hasan’dan sonra (s.a.) Hüseyin’i (s.a.) birer merci noktası olarak işaret etmişti. Dolayısıyla, İmamlar da Peygamberlerin birer vâsileri olduğu için her biri bu geleneği bir bâb (kapı) tavsiye ederek devam ettirdiler. Ancak, Onikinci İmam Muhammed el-Mehdi (s.a.) yeniden zuhur etmek kaydıyla gözlerden kaybolduğunda, kendine özgü bir bâb veya yardımcı tayin etmediği için bâblık görevi seyyid Ebu Şuayb Muhammed ibin Nusayr’da (ö.883) kaldı. O’ndan sonra dini başkanlık görevini Muhammed ibin Cundub, O’ndan sonra Muhammed el-Cennân el-Cübülâni yerine getirdi. Bu üç din başkanının yaşadığı dönem hem Aleviler için hem de İslam âlemi için sıkıntı ve felaket dönemi olarak tarihe geçmiştir. Bozgunculuk, fitne, mezheplerin ve tarikatlerin türemesi, Haçlı seferleri çok büyük kavgaların ve kıyımların yaşanmasına neden olmuştur. Bu kargaşa döneminde Mısırlı Alevi seyyid Huseyn bin Hamdan el-Hasîbi ortaya çıkmış ve Alevilerin esaret ve sefaletten çıkması için bir umut ışığı olmuştur.
“Nusayri” kavramının kullanılması konusu, eğer sadece yukarıda anlatılan tarihi süreçte Muhammed ibin Nusayr ile ilişkilendirilseydi bu durum Alevilik açısından bir problem teşkil etmezdi Çünkü, Muhammed ibin Nusayr’ın Onbirinci İmam Hasan el-Askeri’den aldığı ilmi ve dini bilgileri, yani İslam’ın özünü sonraki kuşaklara aktarmaktan başka bir işi olmamıştı. Diğer mezheplerde olduğu gibi kendi yorum ve görüşlerinden yola çıkarak yeni bir mezhep de kurmamıştı ve İmamlardan Hz. Ali’ye (k.a.v), O’ndan da Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) uzanan bir ilim ve irfan yolunu takip etmişti. Ancak, hem geçmişte hem de günümüzde bu kavram kasıtlı olarak başka anlamlar çıkarmak amacıyla kullanılmakta ve “Nusayrilik” adı altında sapkın bir mezhep varmış izlenimi yaratılmak istenmektedir. Burada kavramın kâh Hıristiyan (güya ibadet benzerliği nedeniyle) kelimesinin tahkir ifade eden bir küçültme olmasından kâh Suriye’deki Ansariler Dağı’na delalet etmesinden bahsedilmekte ve kaynak olarak Adana’lı Süleyman adlı bir iftiracının yazdığı bazı notlar kullanılmaktadır. Bu şahsın yazdığı notlar doğrularla yanlışların birbirine karıştırıldığı, şahsi meseleleri yüzünden iftiraların ve hakaretlerin art arda sıralandığı karalama notlarıdır.
Hal böyle iken özellikle son dönemlerde yazın hayatında ticari-parasal amaçlarla bol miktarda “Nusayrilik” ile ilgili yayınlar gözlenmekte ve biraz da gizem yaratılarak insanların dikkatleri bu alana çekilmekte, ilgili kitaplar baskı üstüne baskı yapmaktadır. Arap Alevi bir yazar olan Muhammed Emin Gâlib et-Tavil’in 1924’ de Lazkiye’de yazmış olduğu “Arap Alevilerinin Tarihi” isimli bir kitap (3) bu konu için çarpıcı bir örnektir. Kitabın orijinal kapak nüshasında (Tarîhü’l-^Aleviyyin), Nusayri kelimesi hiç kullanılmadığı halde çevirmen, kitabın asıl adını gölgede bırakacak şekilde büyük puntolarla “Nusayriler” ibaresine yer vermektedir. İslam’ın özü olan Aleviliğin en sağlam savunucusu olan ve dünyanın bir çok yerinde azınlıkta da olsa ikamet eden Arap Alevileri, görüldüğü üzere ya kasıtlı olarak töhmet altında bırakılmakta ya da ticari kaygıların giderilmesi için malzeme olarak kullanılmaktadır.
Nusayri kelimesinin türetilmesi konusunda, et-Tavil’in yapmış olduğu farklı açıklamaya bakarak, Nusayrilik diye dini bir mezhep olmadığını ve bu konunun tarihi, siyasi ve hatta coğrafi etkenlere göre anlam kazanan bir tartışma objesi olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu açıklamaya göre, Baalbek ve Humus bölgesi, İslam orduları tarafından fethedilmek istendiğinde, Mısır ve Irak’tan gelen destek kuvvetlere ilaveten Medine’de “Gadir-i Hum” biatına katılan 450 mücahit de yardıma gelir. Bu küçük gruba Nusayra (yardımcık) denilir. Cihat kuralına göre, fethedilen yerler fetheden orduya verildiğinden, Nasyr grubunun bulunduğu dağlık arazi bunlara verilir ve böylece buralara Nusayra dağları ismi verilir. Daha sonra Lübnan dağı-Antakya hattındaki bütün dağlara Nusayra dağları, burada yaşayanlara da Nusayri denilir. Medine’deki Ensarlardan oluşan bu Ensari mücahit grubu, Arapların Kahtan soyundandırlar.
Alevi kelimesine “Arap” kelimesinin eklenmesinin nedenini de bu bağlamlarda ele almak gerekmektedir. İnanç konusunda ne etnik kökenin veya milliyetin ne de belirli bir coğrafyada yaşıyor olmanın hiçbir anlam ve değeri yoktur. Ancak, köken olarak Arap olan bu insanlar, Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) önceki dönemlerde de, Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) sonraki dönemlerde de Allah’ ın tek olan Hanif ve Kayyim dininin ve onun değişmez hükümlerinin takipçisi olduklarından, dolayısıyla Hak dinini her seferinde özünden koparanlardan kendilerini ayırt etme ihtiyacını hissettiklerinden bu kavramı kullanmaktadırlar. Onlar, Hz. İbrahim (s.a.) ve oğlu Hz. İsmail (s.a.) zamanında da Hz.Musa (s.a.) ve Hz. İsa (s.a.) zamanında da küçük bir inanç grubu olarak kimlerin etrafında toplanmaları gerektiğini, saf mu’min kalbinin içinde barındırdığı ilham ve hikmetle bilmişlerdir ve Hz. Ali (k.a.v.) ve Ehlibeyt sevgisini benzeri şekillerde samimi olarak yaşatmışlardır.
(1) Özellikle son yüzyılda ortaya çıkan Bahailik, Yehovacılık, Dünya Kardeşlik Birliği (Mevlana), Davidianlar bu konuda örnek gösterilebilecek bazı tarikatlerdir.
(2) İmamlar, peygamberler gibi günahtan masumdurlar. Gayb (sır olan şeyler) ilmine vakıf olup peygamberler gibi keramet ve mucize gösterebilirler. İmamlar, İslam ilmini ve fıkhını en iyi bilen, iman ve takva yönünden eşsiz insanlardır.
(3) Muhammed Emin Gâlib et-Tavil, Arap Alevilerinin Tarihi: “Nusayriler”, Çev. İsmail Özdemir, Mjora dizisi, Çiviyazıları 2000.
5) GERÇEK ALEVİLİK REENKARNASYON (TEKRAR DOĞUŞ) İNANCIYLA ANLAM BULMAKTADIR
Reenkarnasyon ölen bir insanın ruhunun yeni bir bedende yeniden dirilmesi olayıdır. Buna göre ölen bir insanın bedeni yok olurken ruhu başka bir bedende hayat bulmakta, yani enkarnasyon tekrar etmektedir. Reenkarnasyon tarihi çok eskilere dayanan bir inanış şeklidir ve bir çok ünlü kişinin kendilerinin yeniden bedenlendiklerini ileri sürmeleriyle günümüze kadar gelmiştir (1). Ruhun, birbirini izleyen bedenlerde belirli aralıklarla tekrar tekrar ortaya çıkması, Mısır`ın, Yunan ve Roma çoktanrıcılığının, Budizmin, Şamanizmin, Sufizmin ve daha birçok eski inancın merkezinde bulunmaktadır. Bugün Batı’da inanç olarak hızla yayılmaktadır (2). Ayrıca, Alevi-İslam inancında önemli bir rol oynamaktadır.
Reenkarnasyon Allah’ın ilahi adaletinin sağlanmasının teminatıdır. Çünkü, Allah insanlar üzerinde zalim değildir ve insanların hayatı bir önceki hayatlarının etkileri ve sonuçları doğrultusunda şekillenmektedir ve böylece Enfal suresi 4. ayetinde belirtildiği gibi “Rableri katında derece” lendirilmektedir. Bununla birlikte, insanların sadece tek bir kez dünyaya geldikleri ve bu hayatlarında yaptıkları hayır ve şerre göre ödüllendirilip cezalandırıldıkları görüşü, Allah’ın kusursuz ilahi adalet gerçeğiyle çelişmektedir. Bazı insanların doğuştan kör, sakat, hastalıklı veya dünyayı algılamayacak kadar özürlü olması gibi durumlar, Allah’ın onları neden cezalandırdığı sorusunu gündeme getirmektedir. Bunların diğer insanlara ibret olsun diye yaratıldığı iddiası ise ne akla ne de Kur’an-ı Kerim gerçeklerine uymamaktadır. Kur’an’da konuyla ilgili şu ayetler bulunmaktadır:
“ Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Kulun yaptığı iş eğer bir kötülük ise, onun cezasını adaletle verir. İyilik olursa onu katlar, kendinden de büyük mükafat verir ” (Nisa, 40).
“ Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler ” (Yunus, 44).
Bu ayetlere göre eğer Allah insanlara zulmetmiyorsa, bazı insanların çektiği bu azap kendi nefislerinin yol açtığı kötülüklerin bir sonucudur ve bu kötülükler muhakkak ki önceki yaşamalarında olmalıdır.Yeni doğan bir çocuk, zihinsel problemler yaşayan birisi hangi hayat tecrübesine sahiptir ve kendi kendisine hangi şartlarda zulmedebilecektir. Bu nedenle, gerçek adalet tekrar doğuşla sağlanmaktadır. Çünkü evrenin idaresi; bazı insanlara uzun ömür, zenginlik, sağlık, güzellik ve şans dağıtırken, bazılarına kısacık bir ömür, fakirlik, hastalık, çirkinlik ve bahtsızlık vererek keyfi davranan bir Allah’ın elinde olmadığı gibi, tesadüflerin elinde de değildir. Evrende her şey Allah’ ın koyduğu yasalarla işlemektedir ve tesadüfe yer yoktur. Gerçek adalet, sebep-sonuç kanunu'na göre sağlanır, daima bir Tanrısal Dengelenme vardır. Maddi değerler, ruhun bilgi ve tecrübesini artırmaya yarayan araçlar olup, hepsi dünyada kalacak olan göreceli değerlerdir.
Reenkarnasyon ruh için kıyamete veya mahşer gününe kadar devam edecek bir süreç değildir. Sadece tekamül olayını sağlayıncaya kadar, yani ruh her hal ve koşulda iyi veya kötü olma yolunda imtihanını tamamladığı zaman süreç sona erer ve ruh beden olma azabından kurtulur. Zira beden ruh için bir hapishanedir. Gerçek cennet ruhun bedenden kurtularak Allah’ a dönmesi ve O’ nun emrinde olmasıdır. Dolayısıyla reenkarnasyon İslamiyette yer alan Ahiret, Mahşer ve kıyamet olgularına iddia edildiği üzere ters düşmemektedir. Doğudaki özellikle Budizm ve Hindu dinlerinde yer alan Karma felsefesi ile Kur’an-Ehlibeyt çizgisi birbirlerine karıştırılmamalıdır. Çünkü Karma felsefesinde ölümden sonra devamlı var olunacağına (insan, bitki ve hayvan olarak) inanılmakta ve ahiret inancı inkar edilmekte, insanların kendi kaderlerini tamamen kendilerinin çizdiği kabul edilmektedir. Kur’anın hükmü ise bu konuda açıktır:
“Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve oyalanmadan başkası değildir. Korkup sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz ?” (En’am, 32)
“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı ?” (Araf, 147).
Bakara suresi 259. ayetinde Üzeyir peygamberin kıssasında anlatılanları önyargısız okuyan herkes yeniden bedenlenmenin olacağını görecektir. Zira, Üzeyir hikayesinde hem Üzeyir peygamber hem de eşeği öldürülmekte, bir deri bir kemik olarak kalmakta ancak ardından, 100 yıl sonra yeniden bedenlenme gerçekleşmektedir. Bu durumda Kur’anda yeniden bedenlenme yok ! nasıl denilebilir.
Reenkarnasyonu kabul etmeyenler sıklıkla Kur’anda yer alan şu iki ayeti gündeme getirmektedirler:
“Rabbim beni dünyaya geri gönder ! Tâ ki boşa geçirdiğim yaşam yerine yararlı çalışmalar yapabileyim. Hayır, onların söylediği boş sözden ibarettir. Önlerinde mahşer gününe kadar kalkmalarını engelleyen berzah vardır” (Mu’minun, 99-100).
“Onların ateşin karşısında durdurulup, < âh ne olur keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müslümanlardan olsak > dediklerini bir görsen ! Aksine daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer onlar, geri gönderilseler yine men olundukları şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar ” (En’am, 27-28).
“Onlar, Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha bu ateşten çıkmaya yol var mıdır ? derler” (Mu’min, 11).
Gerçekte, bu ayetler reenkarnasyonun kanıtı sayılmalıdır. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi kafirler yukarıdaki süreç tamamlandığında, yani Allah onlara bir çok kez, bir çok farklı mekanda fırsat verdiğinde onlar bu fırsatı değerlendirememiş olmaktadırlar. Bundan dolayı da ruhun bedenle ilişkisi tamamen kesildiğinde gerçek anlamda cennet ve cehennemle karşı karşıya kalmaktadırlar ve geri dönüşü dilemektedirler. Kur’anda Hadid suresi 13. ayette “ışığını geride ara” derken karanlıktaki kafirlere geldiğin yerde, geçmişinde ara denilmektedir. Nisa suresi 56. ayette açıkça “onların derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar” derken Allah’ın ayetini inkar edenlerin beden değiştirerek acıyı tadacakları ifade edilmektedir. İşte bunun yüzünden Allah’ın ayetini inkar edenler bu aşamaya geçmeden önce cenneti de cehennemi de bu dünyada mecazi olarak yaşamaktadırlar. Şimdi mutlak anlamda cennet ve cehennem ile karşı karşıyadırlar ve elbette ki geriye dönüş olmayacaktır. Her şeyden önemlisi bu azabı görenler için hiçbir bahane kalmayacaktır.
Bugün, ister akademik düzeyde isterse kendi çapında araştırma yapan birçok kişi Kur’anda yer alan bir çok ayeti görmezden gelmekte ve inanmak istememektedir. Bu kişilerin reenkarnasyonu kabul etmemelerinin nedeni kendi deyimleriyle “Cumhurun” yani çoğunluğu oluşturan genel anlayışın bunu kabul etmemesidir. Yani Cumhurun inanışı Allah’ın kutsal kitabı Kur’anın önüne geçmektedir. Gerçekte, İslamiyette Kur’ana rağmen, bu tarz bir düşüncenin ortaya çıkması tarihi bir takım olayların sonucu olmuştur. Burada esas amaç özellikle Ehlibeyte ve mazlum insanlara zulüm eden, haksızlık eden, Allah’ın ayetlerini ekonomik ve siyasi amaçlı kullanan kişileri temize çıkarmaktan başka bir şey değildir. Aynı zihniyet, hayır ve şerrin Allah’tan geldiği gibi bir şirki de kabul ederek bu gerçeğin üstünü örtmeye çalışmaktadır. Halbuki Allah Kur’an’da kendisinden sadece hayır gelebileceğini, şerrin insanlarından kendi nefislerinden veya yaptıklarından doğduğunu açıkça bildirmiştir. Amaç, bu tarihsel kişiliklerin yaptıkları kötülükleri Allah’a izafe ederek, onları masum göstermektir.
Aşağıda, sırasıyla Kur’anda reenkarnasyonla ilgili yer alan başlıca ayetler sıralanmaktadır:
“Andolsun ki ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye ölümü takdir ettik. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi ?” (Vakıa, 60-62).
“Allah’ın, mahlukunu ilk baştan nasıl yarattığını, ölümden sonra bunu tekrarladığını görmediler mi ? Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır” (Ankebut, 19).
“Allah, ilkin mahlukunu yaratır, ölümden sonra bunu (yaratmayı) tekrarlar. Sonunda hep O’na döndürüleceksiniz” (Rum, 11).
“O, (önce) size hayat veren, sonra öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür !” (Hac, 66).
“Ey kafirler ! Siz ölü iken sizi dirilten Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz ? Şunu bilin ki, sonra sizi O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O’na döndürüleceksiniz” (Bakara, 28).
“Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir” (Necm, 42).
“İlk yaratılışta acz mi gösterdik ? Hayır, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe etmektedirler” (Kaf, 15).
“Onları biz yarattık; bağlarını sımsıkı bağladık (eklemlerini, damarlarını, sinirlerini, sapasağlam yaptık). Dilediğimizde (kendilerini yok eder) yerlerine benzerlerini getiririz” (İnsan, 27).
“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız” (Tâ-Hâ, 55).
“De ki, onları ilk defa yaratmış olan diriltir. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir” (Yasin, 79). “O’ nun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece <Ol> demektir ve o şey derhal var olur” (Yasin, 79).
“Kahrolası insan ! Ne de nankör ! Allah onu neden yarattı ? Bir nutfeden yarattı da ona biçim verip hayatını programladı. Sonra yolunu kolaylaştırdı (ana karnından kolayca çıkmasını sağladı). Sonra onu öldürdü ve kabirde yaşattı. Ondan dilediği bir vakitte onu yeniden diriltir” (Abese, 17-22).
“Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılışta yeniden geri dönderileceğiz, öyle mi ? (İsra-49).
“Ve şöyle niyaz et: Rabbim ! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla: çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver” (İsra-80).
“Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır” (Nuh-17, 18).
Bu ayetler bir şekilde yeniden doğuşa işaret eden ayetlerdir. Bunlar içerisinde Bakara suresi 28. ayette yer alan ayet üzerinde durmak yararlı olacaktır. Zira ısrarla bu ayetin reenkarnasyona delil olamayacağı, çünkü ayette söz konusu olanın ölüm ve mahşerdeki dirilme olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki ayet siz ölü iken şeklinde başlarken dikkat edilmesi gereken konu; birisinin canlı olmadan nasıl ölü olacağıdır. Ölü, yani ölmüş dediğine göre o ruhun daha önce yaşamış olması gerekir. Bu durumda bu ayeti kabul etmeyenlerin ölüm ve dirilme konusundaki sıralamayı yeni baştan yapmaları lazım gelir. Yani siz yaşamıştınız şimdi öldünüz, sonra Allah sizi yeniden diriltir. Sonra sizi yeniden öldürür ve yeniden diriltir ve nihayet O’ na dönersiniz. Ancak, Kur’an doğrultusunda reenkarnasyon ile ilgili söylenmesi gereken son sözü yukarıdaki Abese suresine göre söylemek gerekmektedir: Her şeye gücü yeten, ölüyü dirilten Allah dilerse ölen bir ruhu neden yeniden bedenlendirmesin ? Bedeni çürüyüp toprak olan bir ruhu neden belirli aşamalardan geçirerek olgunlaştırıp, mahşere hazırlamasın ? Kaldı ki Yüce Allah dilediği takdirde insanları, ibret anlamında hayvan bedenine dahi sokabileceğini ifade etmekte; Maide suresi 60. ayette olduğu gibi maymun ve domuza çevirme durumundan bahsetmektedir.
Reenkarnasyonla ilgili kanıtlar sadece Kur’anda yer almamaktadır. Aynı şekilde Tevrat’ ta, Tomas’ın İncili’ inde ve Barnaba İncili’ nde (şu anki mevcut İncil’e göre çok daha sahih bir İncil’dir, zira Hz. İsa’ yı (s.a.) bir peygamber ve Hz. Muhammed’i (s.a.a.v) “Ahmed” ismiyle ondan sonra gelecek olan peygamber olarak tanıtmaktadır) bir çok kanıt bulunmaktadır.
Reenkarnasyon konusu özellikle yirminci yüzyıldan itibaren bilimsel araştırmaların da konusu olmuştur ve önceki hayatını hatırlayanlarla ilgili olarak gerek Türkiye’de (3) gerekse yurt dışında (4) bir çok çalışma bulunmaktadır. Bunlar içerisinde özellikle Dr. Ian Stevenson’un tamamen bilimsel yöntemlerle uzun yıllar yapmış olduğu çalışmalar, reenkarnasyonun bilimsel açıdan da kabul edilmesi gereken bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. Ana başlıklarıyla bu çalışmaları şu şekilde özetlemek mümkündür;
1) Alan araştırmaları ve teorik konular.
2) Ölmüş kişilerdeki yaralara karşılık gelen doğum izleri ve doğum kusurları.
3) Geçmiş hayatlarını hatırladıklarını iddia eden çocuklarda rastlanılan fobiler.
4) Ksenoglosi (normalde öğrenilmemiş olan bir yabancı dili konuşabilme yeteneği) vakalarının oryantalliği.
5) İpnoz ve reenkarnasyon.
6) Olası paranormal kaynaklı tekrarlanan rüya serileri.
7) Ölüme yakın deneyimler.
Yeniden doğduğunu ileri süren çocuklarla ilgili çalışmalar göstermiştir ki, bu çocukların yapmış oldukları itiraflar ve konuşmaların sonradan aktarılan bilgiler olması mümkün değildir ve kesinlikle önceki yaşamlarla ilgili bilgilerle örtüşmektedir. Bu insanların çoğu genç yaşta kazada veya cinayetle öldürülen kişilerdir. Bu, tamamen reenkarnasyonun kanıtlanmasıyla ilgili Allah’ ın bizlere gönderdiği bir işarettir.
Geçmiş hayatlarımızı neden hepimiz hatırlamıyoruz ? Çünkü unutan bedene ait hafızadır; ruha ait olan hafızamız hiç bir şeyi unutmaz, burada sadece bilinçte bir kesinti söz konusu olmaktadır. Yeni bir bedenle, yeni bir hayata başlayan ruhun, dünya hayatında başarili olması için geçmiş yaşamını unutması gerekir. Geçmişini hatırlayan insan daima geçmişinin peşinde koşacak, huzur bulamayacaktır. Geçmiş yaşamları hatırlamak, şimdiki hayatimizin sebebini bilmek demektir. Halbuki dünya hayatinin gayesi, deneye yanıla çaba göstermek ve tecrübe kazanmaktır. Bu sebeple geçmiş hayatlarımızı unutmamız büyük bir kolaylıktır. Geçmiş hayatlar kendiliğinden ve deneysel olarak hatırlanabilir. Ruh, enkarne olduktan sonra katlanmak zorunda kalacağı durumların hepsini bilse idi, aklı kararır, cesareti kaybolur ve berrak görüş, sonunda bilerek intihar etme ile neticelenirdi. Kendisine kesin biçimde geleceği gösteren sihirli bir aynaya sahip olan bir anne, çocuklarını bekleyen bütün o sınamaları gördüğü zaman mutlaka aynayı kırardı.
Reenkarnasyon konusunda tartışılan bir diğer konu artan nüfusla ilgilidir. Gerçekte bu konu o kadar büyütülecek bir konu değildir. Çünkü yüce Allah’ ın gerektiğinde yeni bir ruh yaratarak dünyaya bir beden içinde göndermesi O’nun için son derece kolay bir iştir.
1) Batılı ünlü reenkarnelerin başındaEflatun, Solon, Heredot, Pisagor, Dante, Goethe ve Jung gibi isimlerin geldiği iddia edilmektedir.
2) Bu Dogu inancı Bati dünyasında da hızla taraftar bulmaktadır. Yakın bir tarihte Fransız ‘La Nouvel Observatuer’ Dergisi'nin yayınladığı anket sonucuna göre Avrupa'da her beş kişiden biri yeniden doğduğuna ya da doğacağına inanıyor. Polonyalılar yüzde 32 ile birinci sırada. İngiltere ve Fransa yüzde 24, İtalya ve Almanya ise yüzde 19. Ayrıca Amerika'da reenkarnasyona inananların yüzde 25'i düzenli olarak kiliseye gidiyor, yüzde 26'si koyu Protestan, yüzde 28'i koyu Katolik.
3) Türkiye’de konuyla ilgili şahit ve belgeli olarak yapılan çalışmalardan iki tanesi;
1) Dr. Can Polat (1992), Yeniden Doğuş (Reenkarnasyon), Real Yayıncılık, İstanbul.
2) C. Berrin Türkoğlu (1997), Şahitler ve Belgelerle Türkiye’de Tekrar Doğanlar, Sınır Ötesi Yayınları, İstanbul.
4) Yurt dışında yapılan bazı çalışmalar içerisinde;
1) Dr. Gerard Encausse (Papus) (1992) Reenkarnasyon; Fiziksel, Astral ve Ruhsal Evrim, Çev. Haluk Özden, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul.
2) Çoğunlukla Dr.Ian Stevenson’ un yapmış olduğu çalışmaları toparlayan ve Ruh ve Madde Yayınları tarafından çıkartılan, Evrensel Yasa: Tekrardoğuş, İstanbul, 1999.
6) ALEVİLİK, ŞERRİ (KÖTÜLÜĞÜ) DAHİ ALLAH’TAN BİLEN RİYAKÂR BİR DÜŞÜNCEYE SAHİP DEĞİLDİR
HAYIR VE ŞER KONUSU
İslam dünyasında Alevi-Şii inancının dışında kalan dini düşünce gruplarında ağırlıklı olarak Hayır ve Şerrin, kaza ve kaderin Allah tarafından yaratıldığı görüşü vardır. İmanın şartlarının formüle edildiği Ayet’ul Kûrsi’de hayır ve şer gibi bir ifade olmadığı halde, bu mezhepler-tarikatler Amentu duası adı altında son noktada “bil-kaderi hayrihi ve şerrihi mine-llahi teâle” yani “kaderin, hayrın ve şerrin yüce Allah’tan” (c.c.) geldiği yalanını uydurmuşlardır. Bu görüşün imanın şartları arasında dahi sayılması büyük bir yanlış ve aldatmacadır. Çünkü iyilik ve kötülüğün Allah’ dan geldiğini söylemek, insanların yapmış oldukları bütün kötülüklerin, pisliklerin ve rezilliklerin de Allah’dan geldiğini söylemek demektir. Bu ise Allah’ a şirk koymaktan başka bir şey değildir. Zira eğer kötülükler veya şer Allah’ dan geliyorsa, Allah neden cehennemi yaratmıştır ve insanları cezalandırmaktadır. Allah zalim midir ? ki insanlara önce suç işletmekte daha sonra ise onları cezalandırmaktadır.
Gerçekte bu tür bir inanışa gidilmesinin tek bir tarihsel nedeni vardır: zalimlerin, zorbaların, haksızların ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.a.v.) döneminde O’na ve O’nun Ehlibeytine kötülük yapanların, Abbasi ve Emevi Halifelerinin günahlarının temize çıkarılmasıdır. Yani, Kerbela’da Hz. Muhammed’ in (s.a.a.v.) sevgili torunlarına yapılan zulüm ve şiddet dahi zulmedenlerin elinde olmamış, bunu Allah onlara öyle yaptırmıştır. Bu sapık bir düşüncenin ürününden başka bir şey değildir.
Bu düşünceyi öne süren ve imanın bir şartıymış gibi gösteren zihniyet, güya Kur’ an-ı Kerimden delillerle buna kılıf da bulmuştur. Hayır ve şerrin Allah’dan olduğu konusunda öne sürülen başlıca ayetler şunlardır:
“Allah her şeyi yaratandır” (Zumer, 62)
“Kimi dilerse sapıklığa kimi dilerse hidayete sevk eder” (Nahl, 93)
“Kimi dilerse doğru yola iletir” (Bakara, 142)
“Onların hem kalpleri hem de kulakları üstüne mühür basmış, gözlerine bir de perde çekmiştir” (Bakara, 7)
“(Resulum) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. (Ali İmran, 26)
“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz. (Enbiya, 35)
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus, 107)
Yukarıdaki ayetlere yüzeysel olarak bakıldığında her şeyin Allah’ dan olduğunu, her şeyi O’nun yarattığını ileri sürmek doğru gibi görünebilir. Ancak ayetler Kur’an-ın genel mantığına uygun bir şekilde yeniden ele alındığında bu düşüncenin şeytani bir düşünce olduğu ortaya çıkacaktır. Kur’anda bazı ayetler birbiriyle çelişiyor gibi görünse de bu durumun giderilmesinin tek bir yolu vardır, o da Ehlibeytin kılavuzluğuna teslim olmaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) Kur’ an ve Ehlibeyti bir arada tavsiye etmesinin hikmeti de budur.
Her şeyden önce Zumer suresinde yer alan “her şey” kelimesi gerçekte sadece “bazı şeyleri” ifade etmektedir. Burada düşünenler için önemli manalar vardır. Kur’anda “küll” olarak geçen kelimenin “bazı” anlamına geldiği ayetlerden birisi Hz. İbrahim’le (s.a.) ilgili hadisedir:
“Sonra, her parçasını bir dağın üzerine koy” (Bakara, 260).
Burada, Hz İbrahim’in elindeki kuşun parçalarını her dağa koyması gerektiği ifade edilmektedir. Ancak şunu herkes bilmektedir ki o anda Hz. İbrahim’in (s.a.) yapmış olduğu şey, yeryüzündeki bütün dağlara birer parça koymak yerine sadece belirli sayıdaki dağlara onları koymuş olmasıdır. Aynı şekilde Belkıs olayında da “küll” sözcüğü “bazı” anlamında kullanılmıştır:
“Kendisine her şey verilmiştir. Belkıs’ın bir de çok büyük bir tahtı vardı” (Neml, 23).
Burada da akıl sahibi olan herkes bilir ki o anda o bölgede her türlü meyve veya sebzenin yetiştirilmesi mümkün değildir. Bu olayda sadece mecazi olarak her şey kelimesi kullanılmış, gerçek anlam akıl ve ilim sahiplerine bırakılmıştır.
Bakara suresinde yer alan kalplerin ve kulakların mühürlenmesi olayı ise kafirlerin imanına engel bir durum değildir. Nisa suresi 155. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Hayır, Tanrı onların kalpleri üzerine küfürleri yüzünden mühür basmıştır. Bu nedenle onlar, birazı hariç olmak üzere iman etmezler”.
Bu durumda Allah (c.c.), kafirlerin kalplerine mühür bastığı için değil, kafirler iman etmedikleri için Allah (c.c.) onların kalplerine mühür basmıştır. Kaldı ki Allah Dehr suresi 3. ayette hidayeti, hem iman edenlere hem de iman etmeyenlere genel olarak sunmuştur. Ancak seçim onlara kalmıştır:
“Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükür edici olsun isterse kafir olsun”.
Sünni dünyasında Allah (c.c.) kafirin kötülük yapmasını ve küfürde olmasını ister, yani iyilik yapmasını istemez. Bu durumda her türlü kötülüğün, fesadın, çirkinliğin Allahtan geldiği sonucu ortaya çıkar ve her şeyin onun Kaza ve Kaderi doğrultusunda olduğu düşünülür. Öyleyse Allah (c.c.) hâşa zalimdir, çünkü, önce insanlara kötülük yaptırmakta ve ondan sonra cehenneme atarak cezalandırmakta ve işkence çektirmektedir. Bu siyah bir insana niçin siyah oldun deyip ona azap ve işkence çektirmeye ya da suya giren bir insana niçin ıslandın deyip onu dövmeye benzemektedir. Eğer Allah kafirin küfrünü, zalimin zulmünü ve fasığın fıskını yaratmış olsaydı, peygamberler ile insanları doğru yola davet etmesine gerek kalmazdı. Dahası, peygamberlerin veya Kur’an’ın açık delillerinin inanmayanları iman etmeye ve doğru yola dönmeye daveti de anlamsız kalırdı. Oysa Kur’an, bunun böyle olmadığını tam aksine Allah’ın insanlar üzerinde zalim olmadığını göstermektedir:
“Allah, ağır teklifleri sizden hafifletmek ister. Zaten insan da zayıf yaratılmıştır” (Nisa, 28)
“Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez” (Bakara 286).
“Allah, size kolaylık ister, size güçlük istemez” (Bakara, 185).
“Niçin hakkı batıl ile karıştırıp, gerçeği gizliyorsunuz ?” (Ali-İmran, 71).
“Niçin iman edenleri Allah yolundan döndürmeğe çalışıyorsunuz” (Ali-İmran, 99).
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik, şahit olarak da Allah yeter. (Nisa, 79).
“(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbimçok bağışlayan, pek esirgeyendir. (Yusuf, 53)
Tam Hüsniye (1) kitabında anlatılan bir rivayette, Abdullah bin Abbas’ın yanına bir hırsız getirilir ve O’ da elinin kesilmesini emreder. Orada bulunanlardan birisi:
- Allah’a (c.c.) sığınıyorum, bu Allah’ın (c.c.) kazasındandır demiş, Abdullah bin Abbas ise cevaben:
- Senin bu sözünün günahı hırsızın günahından büyüktür, demiştir.
Allah (c.c.), küfür ve günahın yaratıcısı olsaydı, bir insanın başka bir insana hayır ve ihsan, başka bir insana zulüm ve işkence yapması arasında bir fark olmazdı. Hem iyilik hem de kötülük yapanlar sonuçta bunu kendileri yapmadıkları için, ne yaptıkları iyiliğin ne de kötülüğün onlardan sorulmaması gerekirdi. Ancak ayetlere göre Allah’ dan (c.c.) insanlara sadece hayır gelmektedir veya hayrı ilham etmektedir..
Nahl suresi 93. ayette yer alan “Hidayet” kelimesi de farklı anlamlar taşımaktadır. Ayette, Allah’ın (c.c.) dilediğini sapıklığa dilediğini de hidayete ulaştırması söylenmektedir. Burada hidayetin iki anlamı vardır (2): Birisi, irşad ve beyan, birisi de lutuf ve ihsan “bağış” . Her ikisi de bütün mükellefler gerek mümin (iman eden) gerekse kafir (inanmayanlar) hakkında çoğul anlamını taşımaktadır. Yüce Allah, müminlere inananlara bağışladığı lütfu, irşadı ve aklı kafirlere de vermiş, onlara peygamberler göndermiştir. Böylece inanmayanların bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu, duymadık, görmedik demesi olanağı kalmamaktadır. Nitekim, Allah (c.c.) kutsal kitabında:
“Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın” (Nisa, 165).
buyurmuştur. Buna göre Allah (c.c.) insanların kendisine karşı bir bahanesi olmaması için peygamberler göndermiştir. Hidayetten maksat, Allah’ın lütfunun çokluğudur. Aynı şekilde delalet veya zelalet kelimesinin kullanımı konusunda da farklı anlamlar ortaya çıkmaktadır. Ancak zelalet sözcüğü yüce Allah’a (c.c.) isnat edildiği vakit helak, ölüm ve azap (işkence) anlamını taşımaktadır. Ayette geçen ‘Allah dilediğini delalete uğratır’ ve yine İbrahim suresi 27. ayetteki ‘Allah, zalimleri delalate uğratır’ ifadeleri Allah’ın zalimlere vereceği azap ile ilgilidir. Kur’anı Kerimde Allah (c.c.) izlal kelimesini şeytan ve Firavun için de kullanmıştır:
“And olsun ki şeytan içinizden birçok halkı saptırmıştı” (Yasin, 62).
“Firavun, milletini saptırdı, doğru yola iletemedi” (Ta-Ha, 79).
Allah (c.c.) kullarını saptırıp yoldan çıkartmış olsaydı, bu isnadı kendisinden başkası için de kullanmazdı. Allah’ın (c.c.) insanları saptırması veya şaşırtması söz konusu olamaz.
KADER MESELESİ
Kader meselesinin yukarıda genel çerçevesi çizilen hayır ve şer konusu ile reenkarnasyon konusu doğrultusunda ele alınması gerekmektedir. Çünkü bu aşamada sorun insanların yaptıkları kötülükler ve iyiliklerin nerden geldiğinde düğümlenmektedir. Eğer insanlar kendi kaderlerini kendileri belirler görüşüne bakarsak o zaman Allah’ın (c.c.) mutlak iradesini görmezden geliriz. Eğer her şey, iyisiyle kötüsüyle Allah’dandır (c.c.) dersek o zaman hem bütün kötü şeyleri ve insanların kötülüklerini Allah’a (c.c.) izafe ederiz hem de insanları sıfır iradeli bir hiç noktasına koyarız.
Kader meselesi göreceli olan zaman sorunuyla ilgili bir şeydir. Öncelikle şu kabul edilmelidir ki Allah (c.c.) şüphesiz her şeyi yaratan ve bilendir. Bu yüzden insanın doğumundan ölümüne kadar olanları bilir. Çünkü, Allah (c.c.) katında geçmiş, gelecek ve şimdi hepsi bir noktadır. Yani aslında her şey olmuş ve bitmiştir. Allah’ın (c.c.) bakışıyla biz insanların doğumdan ölüme uzanan süreci, bir noktadan diğer bir noktaya uzanan bir doğru gibidir. Bu olay, cetvelin tamamının bir bakışta görülebilmesi gibi bir şeydir. Ancak, biz insanların bakışıyla yaşananlar sadece anlıktır. İnsanlar zaman ve mekana bağlıdır. Dolayısıyla bir yerden bir yere giderken yaşadıklarımız zamana bağlıdır.
Öyleyse buradan çıkarılması gereken sonuç şudur: Allah (c.c.) Kur’an’da kendisinin kesinlikle zalim olmadığını belirtmektedir. O zaman ilahi adalet nasıl sağlanmaktadır ve insanların kötü eylemleri nereden kaynaklanmaktadır ? Kur’an’a göre insanın kendisinden ve kendi nefsinden gelmektedir. O zaman Allah yaratıcı olarak bizim kaderimizi bilirken, biz kendi kaderimizi bilmiyoruz ve sadece Kur’an ve Ehlibeyt doğrultusunda iyinin ve kötünün, helalin ve haramın ne olduğunu bilebiliyoruz. İşte Allah’ın da (c.c.) bizden istediği budur; Kur’an ve Ehlibeyt’e göre dinimizi yaşamak, ancak sonrası için Allah’ın (c.c.) adaletine güvenmek ve tevekkül etmek. Bu bağlamda Allah (c.c.) bizlere bir sorumluluk yüklüyor. Bunu yaparken de kitap gönderiyor, peygamberle bunu teyit ettiriyor ve ehlibeytle uygulatıyor. Bütün bunları bildikten sonra insanın yanlış bir iş yapması onu sorumlu ve suçlu kılıyor. Eğer böyle olmasaydı hırsız hırsızlığından, zâlim zâlimliğinden, yalancı yalancılığından, tecavüz eden yaptığı tecavüzden v.b. dolayı suçlanamazdı. Her kötü eylemi yapan nasıl olsa Allah’dır (c.c.), iyi-kötü her şey Allah’tandır (c.c.), benim kaderim böyleydi deyip suçundan kurtulmaya çalışırdı. Bu durumda Allah da onları cezalandırdığında zalim konumuna düşerdi. Oysa herkes yaptığından sorumludur; bize düşen Allah’ın bizden istediği gibi olmamızdır. Ankebut suresi 2. ayette belirtildiği gibi insanlar “iman ettik demekle bırakılmayacaklar ve mutlaka sınanacaklardır”.
“Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için yaptı. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir”. (Enfal, 17)
Burada reenkarnasyon devreye girmektedir. Çünkü, reenkarnasyon hayatımızda karşılaştığımız olayların bir önceki hayatımızla olan bağlantısını sağlamakta, insanlar kendi nefislerinin yaptıklarına katlanma durumuyla karşılaşmaktadır. Böylece, Allah’ın (c.c.) ilahi adaleti de sağlanmış olmaktadır. Bunun aksini kabul etmek zalimlerin, kötülerin, suçluların bütün suçlarını Allah’a (c.c.) izafe etmektir ki bu şirktir. Bu konuyla ilgili aşağıdaki ayetlere dikkat çekilebilir:
“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı ?” (Araf, 147).
“…bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır” (Nahl, 30)
“…Allah takva sahiplerini ödüllendirir; yaptıklarınıza (iyi işler) karşılık olmak üzere cennete girin der..” (Nahl, 31-32).
“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk, 2).
Bu konuda bazıları “tedbir, takdiri değiştirmez” demektedir, çünkü Ahzab suresi 38. ayette;
“Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir” ifadesi, Saffat suresi 96. ayette de;
“Oysa sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır” ifadesi bulunmaktadır.
Burada kötülükle, zulüm ve haksızlıkla dünya hayatının nimetlerini gasp edenler bilgisiz insanlaı aldatmaktadır. Elbetteki zamandan ve mekandan soyut olan Allah için her şey olmuş ve bitmiştir. Eğer bir kitap yazılacaksa, bu kitabın tüm satırları, paragrafları veya başlıkları Allah (c.c.) katında hazır ve bitmiş durumdadır. İlhamı veren de o aklı veren de elbette Allah’tır. Ama bizim için ölünceye kadar yapacaklarımız olacaktır ve bizim bunları yaparken nasıl olsa Allah’ın (c.c.) emridir deme hakkımız yoktur. Yani, birisinden hoşlanmadığınızda ona bir tokat atacaksınız ve bu yazılmış bir kaderdi diyeceksiniz. Bu sadece bazı şeyleri bulandırmak ve akılları karıştırmak isteyenlerin bir oyunudur. Çünkü o tokadın karşımızdakini inciteceğini biliyorsak ve de bunu uyguluyorsak bunun sonucuna katlanmak zorundayız. Allah (c.c.) katında neyin yazılı olduğunu biz bilmediğimize göre biz, bize düşen görevleri yapmalı sonrasında Allah’a (c.c.) tevekkül etmeliyiz. Elbette ki takdir değişmez ama Allah (c.c.) katındaki takdir ile bizim takdirlerimizi birbirine karıştırmamak zorundayız. Her şeyin yazılmış ve olmuş-bitmiş olduğunu düşünmek kör bir kaderciliktir. İnsanlar günlük hayatında dahi her şeyi kendi akışına ve kaderine bırakmak yerine, bir takım hukuk kuralları geliştirmekte ve bunları çeşitli yaptırımlarla uygulamaktadır.
Acaba, tedbir takdiri değiştirmez diyenler, insanlara tedbirde bulunmayın ! demek mi istiyorlar, yoksa tedbirinizi alın ama bunun yararı olmayacak mı ! demek istiyorlar. Çünkü bunlardan bu anlam çıkıyor. Oysa Allah Kur’anda dahi bildirmektedir ki:
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışta dürüst olun, çünkü Allah dürüstleri sever” (Bakara, 195).
“Ve (Yakup) dedi ki: Ey çocuklarım, tek kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben size Allah’tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O’na tevekkül etmelidirler. (Yusuf, 67)
1) Adil Ali Atalay (1996), Tam Hüsniye, Can Yayınları.
2) a.g.e., s.34.
…………
Yazılar devam edecektir.