Siyasal İslam Üzerinden Rüşvet, Yolsuzluk ve Yalan Düzenleri

İslam dünyasının kesinleşen ve derinleşen ayrılık hareketi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ailesinin ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dininin, yani gerçek İslam’ın Kerbelâ’nın çöllerine gömülmesiyle noktalanmış oldu. O günden sonra Muaviye’nin dini İslam dünyasının ç


SİYASAL İSLAM ÜZERİNDEN RÜŞVET, YOLSUZLUK VE YALAN DÜZENLERİ

 

 

 

İslam dünyasının kesinleşen ve derinleşen ayrılık hareketi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ailesinin ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dininin, yani gerçek İslam’ın Kerbelâ’nın çöllerine gömülmesiyle noktalanmış oldu. O günden sonra Muaviye’nin dini İslam dünyasının çoğunluğuna hâkim oldu ve sömürüyü, hırsızlığı, rüşveti, işbirliğini İslam’la ambalajlayan, paraya tapan bir zihniyet oluştu. Heyhat, İslam coğrafyasının büyük bir bölümüne peşisıra kaderci, kişiliksiz, insanı değerleri yok sayan bir karanlık çöktü ve cehalet, sefalet, sapkınlık, soysuzluk, yolsuzluk aldı başını geldi, bugünlere halen Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dinini, O’nun Ehlibeytini, onların ahlâkını yaşamak isteyen samimi inananların yüreğine musallat oldu.

Mal ve para putları Peygamber’in hayata veda edişinden kısa bir süre sonra toplum üzerinde tahrip edici etkilere başlamıştı; ancak Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadeleriyle “mal putunun zehir kusmaya başladığı dönem Halife Osman devri idi”. Bu durumu gören Abdurrahman bin Avf şöyle söyler:

 

Bizler zorluk ve ıstıraplarla denendik sabredebildik de, bolluk ve refahla denenince başarılı olamadık” (İbn Mübarek; Kitabu’z-Zühd, 182)

 

 

Yine, Öztürk’e göre, toplumların çöküşlerini kaçınılmaz hale getirenler, mala ve paraya doymayanlardır ki, Kur’an onlara mütref (servet ve refahla şımaranlar) demektedir. Mütrefler, insanlık suçu işlemeyi hayat kuralı haline getiren, insan emeğini sömüren canavarlardır. Kur’an onları, kendi iddiaları ne olursa olsun, ‘dini yalanlayanlar’ olarak adlandırır ve ibadetlerini lanet vesilesi sayar (bk. Mâun Suresi).(1)

Emevinin tanrısı mal ve para putu, Peygamber’in hayata veda edişinden kısa bir süre sonra kitleyi tahribe başlamış ve aradan yarım asır geçmeden iki peygamber torunundan biri (Hz. Hasan, a.s.) zehirletilerek, diğeri (Hz. Hüseyin, a.s.) boynu vurularak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün İslam aleminin örnek alması gereken bir insan prototipi idi. Onun günlük hayatında neler yaptığı, neler yediği ve içtiği, insanlara, kadınlara ve çocuklara nasıl davrandığı, hayatını nasıl idame ettirdiği, kısaca nasıl yaşadığı insanlar için bir rol model işlevi görmüştür. Batılı gözüyle Thomas Carlyle’’nın O’nu nasıl gördüğü ibretle okunmalıdır.

“Evi çok sadeydi, yemeği yulaf ekmeği ve sudan oluşuyordu. Bazen aylarca ocakta bir kez ateş yanmazdı. Yoksul, çalışkan, geçimini zor temin eden bir adam; sıradan insanların açlık çekip uğruna didindiği şeylere karşı ilgisizdi. Ona neden peygamber diyorlar mı dediniz ? Onlarla yüz yüzeydi; orada herhangi bir gizemle kuşatılmamış, açıkça kendi cüppesini yamıyor, kendi ayakkabılarını tamir ediyor, savaşıyor, akıl veriyor, aralarında emirler veriyordu; onun nasıl bir adam olduğunu anlamış olmalılar, ne derseniz deyin! Altın taçlar giyen hükümdarlara bile, kendi eliyle yamadığı hırkasının içindeki bu adama olduğu kadar itaat edilmedi.” (2)

İslam toplumu için ikinci rol model Hz. Ali (k.a.v.) ve O’nun çocukları idi. Hz. Ali (k.a.v.) yönetime geldiğinde ilk iş olarak hazinede bulunan ve savaşlarda ele geçirilen malları halka dağıttı. Sonra şu konuşmayı yaptı:

“Hz. Resul’un (s.a.v.) vefatlarını müteakip halk Ebubekir’i halife yaptı. O, Ömer’i halife bıraktı; o da halifenin altı kişilik bir Şura tarafından tayinini uygun buldu; Osman halife oldu; bildiğiniz işler de oldu bitti. Sonra bana başvurdunuz. Hiçbiriniz Ebu Taliboğlu (Hz. Ali), bizim hakkımızı bize vermedi diyemez. Kim Allah’a inanır, dinimize girer, kıblemize yönelirse, İslam’ın vacip ettiği şeyleri kabul etmek zorundadır. Siz Allah kullarısınız, mal da Allah’ın malı...Allah onu aranızda eşitlikle bölmemi emretmiştir. Hiçbirinizin öbürüne üstünlüğü yoktur.” (3)

Hz.Ali (k.a.v.) yoksulun yanındaydı, adaletle yönetimi tavsiye ediyordu ve sadelikten yanaydı. Yöneticilerin zevkü sefa içinde zengin sofralar kurmasını, zenginlerden yana olmalarını kabullenemiyor, tüccar ve sanatkârların nasıl davranması gerektiğini öğütlüyordu. Ancak, gelin görün ki Mekke aristokratları öncelikle Hz. Ali’ye (k.a.v.) karşı halifelik mücadelesi başlattılar. Haricilerin anlamsız bir şekilde Hz. Ali’ye (k.a.v.) karşı gelmeleri onların işini kolaylaştırdı. Sonunda, Muaviye iktidarı hileyle, adam satın almayla, yalanla, rüşvetle perçinlenmiş oldu.

Muaviye’nin en önemli icraatı İslamiyet’i merkezileştirmesinin yanısıra dünyevileştirmesiydi. İslam önderleri arasında ilk büyük sarayı kuran ve haremi oluşturan Muaviye idi. Hiç mütevazi yaşamayı sevmedi. Şam’da krallar gibi yaşadı. Halktan topladığı vergi ve zekatları, beytulmale gönderecek yerde kendi şahsi menfaati için sarf ediyordu (4). Hazine, eskiden Müslüman’ın malı sayılırken Muaviye ile birlikte Allah’ın malı haline dönüşüyordu. Yani, artık ortaklık sona eriyor, Allah adına yeryüzünde onu temsil eden halife ve devlet, İslam’ın hazinesine el koyuyordu.

Bu, hazineye ve mala Allah adına el koyma sahtekârlığı o günden itibaren İslam toplumlarının en büyük sorunlarından birisi oldu. Abbasiler, Emevilere ilaveten bir de Halifelik kurumunu tıpkı İran ve Bizans kurumlarına benzer bir şekilde dönüştürmüştü. Artık, halifelik sadece dünyevi değil, aynı zamanda ruhani bir liderliği de pekiştiriyor, karşı konulmaz ikili egemenlik kavramı yerleşiyordu.

Halifelik gerçekte İlahi bir kurumdu ve sadece Allah tarafından seçilmiş kişilerce yürütülebilecek kutsal bir makamdı. Ancak, Hz. Peygamber’in vasiyeti ve Gadir-i Hum biatı terk edilip, Hz. Ali’ye (k.a.v.) yüz çevrilince halifelik dünyevi ve siyasi bir makam haline geldi. Mustafa Kemal Atatürk halifelik kurumunu bu zilletten kurtararak Allah’a ve O’nun dini İslam’a çok büyük bir hizmet etmiştir. Gelin görün ki Muaviye’nin temellendirdiği o ikiyüzlü anlayış iktidara gelme sevdasından hiç vazgeçmedi. Feodal yapıları, cehaleti, yoksulluğu kullanarak sözüm ona muhafazakar demokratlık kisvesi altında hem dünyayı hem de ahireti bir bohça içine koyarak siyasette yükselmeyi düşünen siyasal İslamcı zihniyet, bu amaç uğruna her yolu mübah gördü. Buna karşın, her seferinde ya dünyaya ve dünyanın zenginliklerine, makam ve saltanata yenik düştüler ya da selefi, vahhabi akımlarda olduğu gibi korkunç, hastalıklı, ürkütücü bir karanlıkta kaybolup gittiler. Çünkü, bir kez Allah adına dünyada yükselme, iktidar olma hırsı ve hevesi oluştu mu bunun sınırını belirlemek mümkün olmuyordu. Kendilerinde her türlü hakkı görebilir, kendileri gibi düşünmeyenleri yok sayabilir, yok edebilir ve zulüm yapabilirlerdi. Burada esas düşünmesi gerekenler, yaşananlardan ders alması gerekenler liberaller ve solculardır. Çünkü, her defasında bu gerici, aydınlık karşıtı, demokrasiye asla inanmayıp sadece onu kullanan Muaviyeci, emperyalizmle işbirlikçi zihniyete destek vermişler, hem kendilerine hem de ülkelerine zarar vermişlerdir. Laik yaşam tarzını benimsemiş liberaller ve aydınların laik yaşamdan asla hazzetmeyen, hak ve özgürlükler konusunda sabıkalı bu düşünceye destek vermesi, onların yalanlarına inanması ibret verici bir durum.

Oliver Roy 20 yıl önce yazdığı “Siyasal İslam’ın İflası” kitabını (5) yazdığında birçok kimse onu ciddiye almamış, aksine İslamcılık başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin Müslüman coğrafyada gerçek, halis İslam dininin içini boşaltarak enerji, petrol ve diğer dünyasal menfaatlere hizmet etmesi için güçlendirilmiş ve iktidarlara taşınmıştır. Zaten uzun bir dönemdir iktidar hırsı ile yanıp tutuşan siyasal İslamcıların, tüm Hıristiyan ve Yahudi karşıtı söylemlerine rağmen, hem de aşırıcı gruplarla (Evanjelistler ve Siyonizm) işbirliğine gitmeleri zor olmamıştır. Ancak, Türkiye’de AKP’nin Milli Görüş hareketinden kopması ve dönüşümü, sonrasında iktidarı ele geçirdikçe yaptığı icraatlar, Arap Baharı ve akabinde Afganistan, Tunus, Libya ve Mısır’da ortaya çıkan durum siyasal İslam’ın gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Suriye’de yaşanan felaket ise siyasal İslamcılıktan, mezhepçilikten bir adım öteye, insanlık düşmanlığı noktasına taşınmıştır.

Türkiye’de siyasal İslamcıların nasıl yükseldiği ve dini nasıl kullandığını görmek açısından son dönemlerde iki kitap yayınlandı. Birisi, Almanya’da da görev yapan ve Milli Görüş çizgisinde bulunan bir ilahiyatçı; Halit Bülbül. İmansız Müslümanlar adlı kitapta Halit Bülbül “İslam’a ve Müslümanlara, Müslüman görünen imansızlardan başkası zarar veremez” diyor ve başta Almanya olmak üzere dinin kullanılarak insanların nasıl sömürüldüğü, nasıl hırsızlıklar yapıldığını yaşadığı olaylarla anlatıyor (6). Diğeri, yine bu grupların içerisinde bulunan, onlarla birlikte çalışan Sabahattin Önkibar. Önkibar “Takkeli Firavunlar” adlı kitabında medya ve siyasette geçirdiği 30 yıllık deneyimi aktarırken, özellikle “dinci” geçinen kesimin hırslarını, ikiyüzlülüklerini yalan ve dolanlarını ortaya döküyor (7).

Türkiye’de gelinen noktada AKP iktidarıyla birlikte siyasal İslamcı kesimin iktidar nimetiyle nasıl kabuk değiştirdiği, zenginleştikçe şımardığı, kendisine uymayan veya muhalefet eden herkesin dışlandığı, itildiği kakıldığı, hapislerde süründürüldüğü, hukuk başta olmak üzere devletin tüm araçlarının birer kukla ve oyuncağa dönüştürüldüğü gözlendi (servet ile şımarma, kenz-biriktirme-yığma konusuyla ilgili olarak bakınız; İslam ve Kapitalizm; Medine’den İnsanlığa) (8). Benzer gelişmeler Mısır’da Müslüman Kardeşler denilen, aslında kendilerinden olan Müslümanların kardeş, olmayan Müslümanların düşman kabul edildiği bir örgüt anlayışıyla yaşatıldı. Dünyevileşme, ticarileşme, alabildiğine zenginleşme ama bir o kadar da dinselleştirme. Buradaki dinselleştirme özde değil, sadece sözde ve şekilde (türban, kara çarşaf, cübbe, sahte namazlar, sahte ibadetler, sahte gözyaşları) bir dinselleştirmedir.

İşin rüşvet ve yolsuzluk boyutu ise ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur. Mustafa Sönmez’e göre AKP döneminde rüşvet ve yolsuzluk bir merkezden (Başbakan) ancak şu dört koldan yürümüştür; a) Altın-Kara para (İran’dan alınan doğalgaza karşılık altınla ödeme yapılınca ayyuka çıktı), b) İnşaat-imar rantı (Harcamalara göre AKP iktidarında 11 yılda 600 milyar dolarlık inşaat yatırımı gerçekleşmiş bunun üçte birini altyapı projeleri olarak kamu kuruluşları, üçte ikisini konut ağırlıklı olarak özel sektör yapmış. İnşaatın bu kadar öne çıktığı koşullarda, merkezi idare ve yerel yönetimlerin en büyüklerine AKP hakim olması rüşvet ve yolsuzluğun kapılarını aralamış) c) Özelleştirmeler (1986’dan bugüne 204 kamu kuruluşu yaklaşık 59 milyar dolara satıldı ve bunun 50 milyar doları AKP dönemine ait) ve d) Medya Patronları (Sabah-ATV ihalesini kamu bankalarından alarak Başbakan’ın yakınına hediye eden süreçte, medya patronları ihale havuzundan pay kapmak ve işlerinde kolaylık elde etmek için her türlü hukuksuzluğa, haksızlığa, toplumu yanıltıp aldatmaya basamak olmuşlardır (9).

Şüphesiz bu giderek dipsizleşen çukurda AKP iktidarı en önemli müdahale aracı olarak mekanı seçmiş ve bunun için de TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kullanmıştır. Çünkü, AKP için ilk ve önemli icraatlardan birisi TOKİ’nin yetki alanlarının genişletilmesi olmuştur. Buna göre, TOKİ elçilik ve konsolosluklar hariç Türkiye’nin bütün arazi ve arsaları ve hatta kentsel dönüşüm, yenileme, afet projesi bahanesiyle tüm binaları üzerinde söz sahibi oldu. 1990 yılında Sayıştay denetiminden çıkarılan kurum, Kamu İhale Kanunu denetiminde de çıkarıldı. Böylece, amacı alt gelir gruplarına konut üretmek olan TOKİ (T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı), yasalar ve düzenlemelerle doğrudan iktidara, yani Başbakan’a bağlandı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla şeffaflık ve denetime tabi olmaksızın, tarih ve kültür varlıkları, yeşil alanlar talan edilmeye başladı. Artık kamu yararı gidiyor yerine sermaye ve rant yararı projeler geliyordu. Bütün bunlar olurken rüşvet ve yolsuzluk olmadığını söylemek insanı aptal yerine koymak demektir. Rüşvet ve yolsuzluk elbette ki sadece AKP iktidarı zamanında olmamış, Türkiye’de özellikle 1980’li yıllardan sonra ekonomide yaşanan yapısal dönüşümler sonrası hız kazanmıştır. Ancak, AKP iktidarı için iki ayırıcı özellik bulunmaktadır. Bunlardan birisi, rüşvet, yolsuzluk ve talanın parasal boyutu akıl almayacak boyutlara ve rakamlara ulaşmıştır. İkincisi, sözde dini vurguları olan, imanlı ve her şeyi bilen muhafazakâr demokrat bir parti olarak AKP’nin aslında muhafaza ettiği şeyin dıştan din, içten ise para, altın, mal, mülk, arsa, AVM olduğu ortaya çıkmıştır. Bu dönemin dincileştirme ve ticarileştirme olarak ortaya çıkan bu ikili özelliği, ekonomisi tam olarak gelişmemiş, gelir dağılımı bozuk ve refahlarında artış bekleyen ülkemiz yurttaşları için cazip görünmüş, büyük bir çoğunluk bu partiye teveccüh etmiştir. Bu nedenledir ki seçimlerde onca yolsuzluk, rüşvet, talan ve irtikap iddiaları sandıkta gerektiği gibi değerlendirilmemiş, yolsuzluk nasıl olsa bütün partilerde gerçekleşiyor, bu bir düzen meselesi diyerek gerçekler geçiştirilmiştir.

 

Konunun ekonomik boyutunu bilimsel açıdan değerlendirmek için Klasnja ve Tucker’in (2012) çalışmasına bakılabilir. Çalışmada yazarlar Moldova ile İsveç’i karşılaştırmışlar, refahı yüksek olan İsveç’te toplum küçük bir yolsuzluk iddiasını dahi cezalandırırken veya hesap sorarken, Moldava’da refahında herhangi bir şekilde artış bekleyen toplum aynı cezalandırmayı yapmamış meseleyi daha olağan karşılamıştır (10). Türkiye’nin son 30 yılda ve özellikle AKP’li yıllarda yaşadığı şey Moldava’da elde edilen tespitlerle örtüşmektedir.  

 

 

Bu zihniyet toplumları bir yere kadar kandırabilir; ancak mızrak çuvala sığmayınca her zaman için gerçekler su yüzeyine çıkar. Çünkü, Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde siyasal İslamcılar samimi değiller; Allah’ın istediği, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sergilediği imanlı, ihlaslı, ahlâklı Müslümanlar değiller. Çünkü, kursaklarında yetimin, mazlumun, yoksun ve yoksul kalmışın hakkı var; üzerlerinde başka görüşten olanın, soran ve sorgulayanın İslam’ı, vatanı, cumhuriyeti, milleti savunanların âhı var. Allah ise herşeyi gören ve kayıt altına alandır ve zamanı geldiğinde en hızlı şekilde hesabı sorandır.

Allah bazılarının maddi imkanlarını çok, bazılarının az kılarak sınamaktadır. Malı çok olanlar, olmayanlarla eşit hale gelmek için yoksula aktarmalıdır. Allah’ın nimetlerini inkara kalkışıyorlar utanmadan” (Nahl suresi 71. Ayet).

Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Onunkine de göz dikme. Mülkün sahibi Allah’tır” (Rum suresi 38. Ayet).

Bilerek, bilmez gibi yaparak, hak ile batılı karıştırıp, haramlar ile helalleri örtmeyin” (Bakara suresi, 42. Ayet).

 

Kaynaklar

 

(1) Yaşar Nuri Öztürk, “Mal Putunun Zalim Çocukları”, Yurt Gazetesi, 02-03-2014

(2) Barış Uzun, Bir Erdoğan Portresi, Karşı Gazetesi, 05-03-2014

(3) Abdulkadir Gölpınarlı, Sosyal Açıdan İslam Tarihi, İnkilap ve Aka Basımevi, İstanbul, 1975, s.356-357.

 (4) Oral Çalışlar, Hz Ali; İslam’In Doğuşu ve İlk Ayrılıklar, Everest Yayınları, İstanbul, 2013, s. 168-169.

(5) OliverRoy, Siyasal İslam’ın İflası, Metis Kitap, Çev. Cüneyd Akalın, İlk Baskı 1994; Üçüncü Baskı 2005.

(6) Halit Bülbül, İmansız Müslümanlar; Bir Zamanlar Ben de Milli Görüşçüydüm, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2014.

 (7) Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar Ve Büyük Siyasi Sırlar, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul, 2014.

  (8) İhsan Eliaçık, Eren Erdem, Hakkı Yılmaz, Yılmaz Yunak, İsslam ve Kapitalizm; Medine’den İnsanlığa, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2011.

 (9)  Mustafa Sönmez, Dört Koldan Yolsuzlukların Üzerine Gidilmeli, Yurt Gazetesi, 06-01-2014.
  

(10)Klasnja, Marko – Tucker, Joshua (2012), “The Economy, Corruption and the Vote: Evidence from Experiments in Sweden and Moldova”, http://www.lse.ac.uk/government/research/resgroups/PSPE/pdf/ResearchSeminar/Corruption-Voting-Experiments-2.pdf.

 
HAVA DURUMU

 
TAKVİM
 
deneme sorusu
evet
Açılımı Üzerine
 
 
Bize Ulaşın >> MUALLİM HÜSEYİN MUALLÂ << Bize Ulaşın