Edebiyat ve Tarih
TÜRKİYE’DE ARAP KÖKENLİ “ALEVİLER” İÇİN TARİH
 
Bazı kesimler ve bazı araştırmacılar Türkiye’deki etnik yapının (kürt, zaza, arap, gürcü, çerkes, laz gibi) esas olarak Türk kökenli olduğunu, ancak tarihteki gelişmelere paralel olarak bunların kökenlerini unuttuğunu ısrarla ve zorlamalarla iddia etmektedirler. Bu tür iddiaları bir takım kaynaklara dayandırarak yapmak mümkün olabilir, buna karşın o bölgenin ya da yerin halkı adına açıklama yaparak onları Türk gibi göstermek ya bilgisizliğin ya bilinçli bir propagandanın ya da bir kompleksin sonucu olabilir. Örneğin, Ali Tayyar Önder [1], bazı isimlerin kendisini ve eserini öven sözleriyle süslediği kitabında, Adana-Mersin-Tarsus-İskenderun-Antakya hattında yaşayan Arap Alevilerinin kendilerini Türk olarak gördüğünü belirtmekte, ayrıca artık hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan “kafa iskeleti” öçüsü gibi garip bir yönteme göre de bu insanların kafa ölçülerinin, Türklerin kafa ölçülerine uygun olduğunu ileri sürmektedir. Tabii bu bölgedeki kaç insanın kendisini Türk hissettiğini ya da kendisinin kaç kişiyle bu konuda görüşme yaptığını belirtmemekte, ayrıca antropolog Felix Von Luschan’ın yaklaşık yüz yıl önce kullandığı kafa endisi ya da kafa iskeleti ölçüsü alma yönteminin ne derece insani, ne derece bilimsel olduğunu hiç sorgulama gayreti göstermemektedir. Bu insanların Abbasiler döneminde yerleştirilmiş Türkler olduğunu iddia ederken, bunun tarihsel açıdan kanıtlandığını da söyleyecek kadar ileri gitmektedir.
 
Gerçekte, bu bölgede yaşayan insanlar kendilerini Türk hissetmektedir, çünkü Kurtuluş Savaşı’ndan beri laik, Atatürkçü ve “Ne mutlu Türküm” diyene prensibini benimsemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı açısından Türk olma konusunda hiçbir kompleksleri bulunmamaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin Güney’inde yaşayan bu insanların, bir kaç istisna hariç neredeyse tamamı köken olarak Arap olduğunu kabul etmektedir ve en önemlisi Arapça konuşmaya devam etmektedir. Türklük konusunda halk arasında yaygın olan bir söylenti ise şöyledir: Mustafa Kemal Atatürk, kurtuluş savaşında Kuvay-ı Milliye güçlerine yaptıkları yardımlardan dolayı ve kendisinin gençlik yıllarında Suriye başta olmak üzere Arap yarım adasındaki edindiği olumlu izlenimlerden dolayı yöre insanına “Eti Türkleri” tabirini uygun bulmuştur. Bunu da İsmet İnönü gibi Arapların bölgeden çıkartılmasını savunan bazı kişilere ve bazı girişimlere karşı yapmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün tek parti döneminde bölge insanına, sadece Arapça konuştuğu için yapılan baskılar ve çektirilen acılar bölge insanının belleğinden silinmemiştir. Eti Türk’leri konusuna gelince; Eti Türkleri tarihte neredeyse hakkında hiçbir şey bilinmeyen ender toplumlardan birisidir ve Türklerin dahi bunlarla bağlantıları konusunda kesin bulgular yoktur. Eti Türk'ü olduğu iddia edilen Hititler ise Türkçe ile ilgisi olmayan Hint-Avrupa dilini konuşan ve Milattan önce Anadolu’da yaşayan bir kavimdir. Bununla çelişen diğer bir iddia ise şöyledir: “Abbasi Halifesi Harun Reşid’in Türk eşinden doğan Mutasım, annesinin sözüne uyarak kendisine Türklerden oluşan bir muhafız birliği kurmak ister. Mutasım’ın birlik kurduğunu ve iyi para verdiğini duyan Horasan Türkleri de Irak’a akın eder. Mutasım ise gelenlerin bir kısmını Avasım bölgesine, yani Halep ile Antakya arasına yerleştirir. İşte şimdiki alevi Araplar bu Türklerdir”. Böylece bu iddia sayesinde Türklerin Anadolu’ya gelme tarihi 1071 değil, 813 olmaktadır.
 
Sonuç olarak;
1) Yörede yaşayan bazı Araplar halen Suriye’deki akrabaları ile görüşmeye devam etmekte ve yakın ilişkilerini sürdürmektedirler.
2)  Dil olarak Türkçe yanında Arapça konuşmaya devam etmektedirler.
3) Dış görünüş itibariyle Türk asıllı vatandaşlardan, örneğin Yörüklerden ve Orta Asya insanından önemli farklılıklarla ayrılmaktadırlar.
4) Gelenek ve görenek olarak eski Türklerin gelenekleriyle hiçbir benzerlik söz konusu değildir. Örneğin, Bektaşilikte yer alan semah türü gösterilerin eski türk geleneklerinden ve Şamanizmden ve özellikle Kerbelâ'da yaşanan trajediden etkilenerek şekillendiği bilinmektedir.
5) Din adamları, çoğunlukla, babadan oğla süregiden bir nesebe yani soy ağacına sahip bulunmaktadır ve bu soy ağacı bin seneden daha uzun bir süre geriye götürülebilmektedir.
6) Her şeyden önemlisi yöre insanı kendilerinin Arap olduğuna inanmaktadır. Ancak Türk olduğunu söylemekten de gocunmamaktadır. Sadece kendisini elit olarak görmek isteyen ya da birilerine yaranma çabasında olan birkaç kişi bunun aksini düşünmektedir.
Araştırmacı yazar Şemsettin Günaltan’a [2] göre tarih Arapları; adları ile anılan yarımadanın asıl sakinleri olarak tanımlarken, onları “Baide Arapları” (ilk çağlarda yaşayan ve sonra yok olanlar) ve “Bakiye Arapları” (İslam’ın zuhuruna kadar varlığını sürdürenler) olarak iki guruba ayırmaktadır. Yemen ve Hadramevt’te yaşayan Araplar, tarihin nüfuz edebildiği dönemlerden beri medeni bir yaşam sürdürmüşler, Kuzey Arapları ise göçebe hayat yaşayan ve çapulculukla uğraşan bir yaşam tarzı içinde olmuşlardır. Güney Arapları veya Ya’rub b. Kahtan’ın soyundan gelen Kahtaniler, Süryani lehçesiyle konuşmuş ve Kahtan’ın önderliğinde güneye inerek Ad kavmini yenmiş, daha sonra Yemen ve Hadramevt çevresini ele geçirmişlerdir. Zamanla yerleştikleri yerlerde konuşulan dili benimsediklerinden kendilerine Arab-ul Musta’rabe (Araplaşmış Araplar) denilmiştir.
 
Kendisi de bir Arap Alevisi olan Muhammed Emin Galip et-Tavil de [3] benzer şekilde Arapları: helak olmuş araplar (el-Arabü’l-Bâide), asıl araplar (el-Arabü’l-Âribe) ve araplaşmış araplar (el-Arabü’l-Müsta’ribe) olarak üç kısma ayırmaktadır. Bunlardan helak olmuş Araplar Aram bin Sam’ın soyundan olan Aramiler (Tasm, Cedis, Ümeym, Cürhüm, Ad ve Semud gibi) ile Lâvez bin Sam’In soyundan olan Amalikler (Hiksoslar) gibi kavimleri içermektedir.
 
Asıl Araplar, Kahtanilerle başlayıp İslam peygamberinin ortaya çıkışına kadar yaşamlarını sürdürmüşlerdir ve Mâiniler, Sebe, Himyer, Kehlan Nabatlar, Tedmür, Gassaniler, Münziroğulları (Lahmiler), Fenikeliler gibi çeşitli kavimleri oluşturmuşlardır. Araplaşmış Araplar ise Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in oğullarıdır. Hz. İsmail kendisi İbrani olduğu halde, çocukluğu Cürhumoğulları, yani Kahtaniler arasında geçmiş Arapçayı bu şekilde öğrenmiştir. Bunlar zamanla Mekke’nin servet ve mevki sahibi halkları olmuşlardır. Başlıca kabileleri Kudâa, Mudar, Rabia, Iyâd ve Enmâr’dır.
 
Böylece Arap Alevilerinin gerçek ataları, Gassanoğulları, Tenuhiler, Fenikeliler, Kahtanoğulları, Meharizeler, Mudariler ve Adnanilerden bazı kavimlerdir. Bunlardan Gassaniler alevi Arapların büyük bir bölümünün ataları olmuşlardır. Bu kavim Suriye üzerinde güçlü, üstün ve uygar bir devlet kurmuşlardır. Aslen Ezdoğulları olarak bilinmektedirler. Ezdoğulları ise Sebe’nin oğlu Kehlân’ın oğlu Eded’in oğlu Gavs’ın oğlu Ezd’in soyundadır. Ezdağan Havran’a geldiğinde emirleri Cefne bin İmran’dı; son emirleri ise Ömer bin Hattab ile bir tartışma yaşayarak adamlarıyla Suriye’deki Cebele kasabasına yerleşmiş Cebele bin Eyhem’dir. İşte Havrân’ı yurt edinen Ezdoğullar’na Gassaniler denmiştir; zira Gassan nehri kıyılarına yerleşmişler, Hire’ ye yerleşenlere Menazira, çölde yaşayanlara ise Tenuhiler denmiştir.
 
 ARAP ALEVİLERİN TARİHİNDE ALTI ÖNEMLİ GÖÇ
 
Arap Alevîlerin ataları, diğer Arap kabileleriyle birlikte gerek İslam’dan önce gerekse İslam’dan sonra Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden kuzeye doğru göç etmişlerdir. Birden fazla sayıda gerçekleşen bu göçlerin ana neden ise iktisadi ve siyasi olmuştur. Münir eş-Şerîf, Alevîler Kimdir ve Nerededirler ? adlı kitabında bu noktaya şöyle değinmektedir [4] : Sonradan “Alevîler” olarak adlandırılacak olan Arapların bu dağlara göçü bir seferde değil, bir kaç seferde tamamlanmıştır. Kanımca toplu bir şekilde altı defa göç etmişlerdir. Bu göçlerden birincisi Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasındaki dönemde; ikincisi Hz. Muhammed’den sonra 13/636 [Hicri / Miladi] yılındaki İslam-Arap fetihleri döneminde ve sonrasında; üçüncüsü 5./11. yüzyılda Arap olmayan Müslümanların yaptıkları zulümler esnasında; dördüncüsü 7./13. yüzyılın başlarında Emîr Hasan bn. Mekzûn es-Sincârî döneminde; beşincisi 704/1305 yılında Kisravânî saldırısı sırasında ve sonuncusu Osmanlı padişahı Yavuz Selim’in 923/1516 yılında bölgeyi ele geçirmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Bu toplu göçlerin yanı sıra bireylerin baskı ve zulümden kaçmak ve bu dağlarda aşiretlerinin yanında korunmak için tek başlarına yaptıkları göçler de vardır.
 
Arap Alevîlerin Arap kökenli olduklarının en büyük kanıtı Tenûhî, Gassânî, Hazrecî, Kindî, Tâî ve Taglibî gibi köklü Arap kabilelerinin isimleriyle sonlanan nesepleridir. Alevîlerin 1936 yılında Kırdâha beldesinde yapmış oldukları kongrede aldıkları ve hem Fransız Dışişleri Bakanlığına hem de Suriye temsilci heyetine ilettikleri kararları içeren tarihî belge, bu konuyla ilgili önemli bilgiler içerir. Bu tarihî belgede yer alan bir paragraf, Alevîlerin soyları ile ilgili şu açıklamaya yer verir: Alevîlerin soy bakımından Arap olmayan kavimlere dayandıkları iddiası karşısında bilimsel bir tartışmaya girmiyor, onur ve haysiyetimizi korumak maksadıyla susmayı tercih ediyoruz. Şu açık bir gerçektir ki Alevîler, Alevî dağlarına, Alevîliğin ve aynı zamanda Araplığın anavatanı olan Irak’tan göç etmişlerdir. Her türlü aklî ve naklî kanıt, Alevîlerin halis bir Arap soyundan geldiklerine işaret eder. Gelenek ve göreneklerimiz, ahlak anlayışımız, sosyal yaşantımız, dilimiz, eğilimlerimiz, kültürümüz, nesilden nesile aktardığımız halk söylencelerimiz gibi sayısız faktör, Arap kökenli olduğumuzun en büyük kanıtıdır. Övünçle belirtmemiz gereken bir diğer nokta da şudur ki Alevîler, Irak topraklarında İmâm-ı Ali’yi destekleyen Arap kabilelerinin torunlarıdır.
 
ARAP ALEVİLERİN ÇUKUROVA’YA GÖÇ TARİHİ
 
“Arap Alevilerinin Tarihi” adlı kitabın yazarı Muhammed Emin Galip et-Tavil, Klikya olarak adlandırdığı bölgenin Çukurova olduğunu ve bu ismin de Kur’an’da geçen Edna’l-ard (yerin en aşağısı) kelimesinden geldiğini, ancak Edna kelimesinin daha sonra değişime uğrayarak Adana haline geldiğini belirtmektedir. Tarihte Arap Alevilerinin bölgeye gidiş gelişi üç ayrı dönemde, aşamalarla gerçekleşmiştir.
 
1) Abbasiler Alevilere yönelik zulümlerini arttırınca Aleviler o zamanki merkezleri olan Bağdat ve Şam’ı terk ederek Çukurova’ya, Mısır’a ve Hazar denizi kıyıları ile Horasan bölgelerine göç ettiler. Misis’ten geçen Ceyhan’ın, Adana’dan geçen Seyhan’ın ve Tarsus’tan geçen Berdan’ın etrafına yerleşerek, Toros dağları ile Akdeniz arasında kalan Çukurova’da yerleşen Aleviler için burası adeta bir cennet gibiydi. Abbasilerin de zayıfladığı bir dönemde Seyyid Huseyn bin Hamdan el-Hasiybi’nin öğrencisi seyyid el-Cıllî’nin bu bölgede nüfuzu vardı. Hamdani devleti hükümdarlarından Seyfüddevle’nin başarısında, Halep’te yanında bulunan seyyid el-Hâsibi’nin büyük rolü vardı. Bu durum Seyfüddevle’nin Rumlara karşı yaptığı mücadelelerde destek bulmasına yol açmıştı. Ancak, Haçlı Seferlerin, özellikle Gülek boğazından devam eden kolları Aleviler’in Antakya’ya veya Halep’e kaçmalarına neden oldu.
 
2) İkinci dönem, el-Melikü’z-Zahir Baybars’ın, Alevi ordularıyla birlikte Ermenilerin başkenti olan Sis’i ele geçirmesinden sonra başladı. Ramazanoğulları’nın emirlik aldığı bu dönemde Aleviler Adana ve Tarsus’a kalabalıklar halinde yeniden geri döndüler. Ancak daha sonra Yavuz Sultan Selim, Sünni olmaları nedeniyle Ramazanoğulları beyliğini barışçıl yollarla teslim aldığı halde, kentin emiri Ramazanlı Mahmud Bey’e Adana, Tarsus ve Misis’teki Alevileri katletmeleri emrini verdi. Böylece, 1515-1520 yılları Aleviler için yeniden bir kaçış ve gizlenme sürecinin başlangıç tarihleri oldu. Oysa Ramazanoğulları’nın bölgeye yerleşmesinde ve Ermenilerle olan mücadelesinde Aleviler de yardımcı olmuş, o dönemde Aleviler çadırlarını Seyhan nehrinin kıyısına kurmuşlardı. Alevilerin komutanlarından eş-şeyh İbrahim el-Cebeli dahi şehit düştükten sonra demir köprüsünün başına gömülmüştü. Aynı şekilde Türk olan Kuştemur’un oğulları Alevilerden aldıkları cesaretle Tarsus kentini Ermenilerden almıştı ve Tarsus fatihi eş-şeyh Muhammed el-Beyadirî de sur kapısının içinde şehit düşmüştü.
 
3) Alevilerin son olarak günümüze kadar varlıklarını sürdürmesine neden olan üçüncü göçü yaklaşık olarak 1750’li yıllarda (Hicri 1174-75’li yıllar) başladı. Bu süreç, Şam Trablûsu mütesellimi Süleyman Paşa’nın Şam çevresindeki Alevileri ortadan kaldırmaya yönelik girişimleri sonucu gerçekleşti. Alevilerin Çukurova’ya göç etmelerinin bir başka nedeni, Mısır valisi olan Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı devletine başkaldırıp bağımsızlığını ilan etmesi sonrası gelişen olaylardı. Mehmed Ali Paşa’nın Suriye üzerine gönderdiği oğlu İbrahim Paşa Adana çevresi dahil olmak üzere Lübnan bölgesi ve Alevilerin yoğun olarak yaşadığı topraklarda belirli bir süre kaldı ve bu sürede bölgede yaşayan Alevilerin sayısı arttı.
 
 KURTULUŞ SAVAŞINDA ARAP ALEVİLERİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
 
Mustafa Kemal Atatürk, Arap kökenli Alevilerle tanıştığında onların diğer “Araplardan” ve diğer “Aleviler’den” farklı olan yanlarını görmüş ve Alevi ileri gelenleri ile ölümüne kadar iyi diyaloglar içerisinde olmuştur. 1918-1921 yılları arasında Fransızlara karşı gerçekleştirilen Alevi direnişine destek veren büyük Atatürk, direnişin simge ismi ve lideri, ilim, takva ve vatanseverliği ile ünlü eş-şeyh Salih el-Ali’ye yazdığı mektubunda şöyle demektedir (Mektup için, Mahmut es-Salih’in Gerçeklerin Işığında Aleviler adlı kitaba bakınız):
Alevi zümreyi himaye eden, İslami değerleri koruyan, Allah ve din yolunda saldırgan kâfirlere karşı cihat eden değerli şeyh Salih el-Ali ! Allah sizi daima güç ve şerefle donatsın, âmin…
 
Mustafa Kemal Atatürk ile eş-şeyh Salih arasındaki mektuplaşmalar daha sonra eş-şeyh Salih Ali’nin Adana’ya oradan da Ankara’ya giderek Atatürk ile görüşmesi ve Onun dilinden destek sözü almasıyla pekişmiştir.
Tarihte Atatürk’ün Adana’ya ilk gelişinin 31 Ekim 1918 gününe rastladığı belirtilmektedir. Mondros mütarekesinin imzalandığı 30 ekim 1918 gününün ertesinde Adana’ya gelen Mustafa Kemal Paşa yıldırım orduları grup komutanlığı görevini, alman mareşal Liman Von Sandersten, tuğgeneral (Mirliva) rütbesiyle 31 ekim 1918 günü akşamı, o zamanki adı Murat Palas oteli olan binada devir ve teslim almıştır. 11 gün sonra 11 kasım 1918 günü harbiye nezaretindeki yeni görevine başlamak üzere İstanbul’a hareket etmiştir. Paşa’nın Adana’da kaldığı 11 gün içerisinde İstanbul hükümetini ve çevredeki ordu komutanlarını uyarmaya çalışmıştır ve mütarekelerin ağır koşullarının, ağır sonuçlarının kabul edilmemesini istemiştir. Sadrazam ve Harbiye nazırı Ahmet İzzet Paşayı şifreli telgraflarla sürekli uyarmıştır.
 
Ahmet izzet paşa bunun üzerine Mustafa Kemal paşa’ ya gönderdiği telgrafta yıldırım orduları gurubu ile 7. ordunun padişah emri ile lağvedildiğini kendisinin de harbiye nezareti emrine tayin edildiğini bildirir. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın Adana’ daki 11 günlük görevi sona ermiştir. Bu gelişen olayların en önemli neticesi Paşa’nın elindeki tüm techizatı Adana’nın ileri gelen ağalarının depolarına aktarması onlarla gerekli görüşmeleri yapması ve desteklerini alması Şeyh Cemil ile görüşmesi ve kendi ifadeleriyle “bende bu vakain ilk hissi teşebbüsü bu güzel memlekette bu güzel Adana’da doğmuştur”. Böylece Milli mücadelenin ilk adımı atılmıştır (Adanalı Alevilerden olan eş-şeyh Cemil Nardalı ve Onun Kurtuluş Savaşı’ndaki katkıları için www.seyhcemilnardali.com adlı internet sitesine bakılabilir).
 
                                
 
 
Adana’da söz konusu yıllar kanların oluk oluk döküldüğü yıllar olmuştur. Özellikle Fransızlarla işbirliği içinde olan Ermenilerin Türk-Müslümanlar üzerinde uyguladığı katliamların kötü anıları günümüze kadar ulaşmıştır. Fransızların Hami İngilizlerin seyirci olduğu bu vahşet dönemlerinde insanların boyunlarının testere ile kesildiği, canlı canlı parçaların cengellere geçirilerek asıldığı bir facia süreci yaşanmış ve tarihe “Kaç Kaç” vakası olarak geçen bir dizi olaylar yaşanmıştır. Bu olaylarda Adana halkına “kaç-kaç” deniliyor ve çoluk çocuk demeden Müslüman olan bu insanlar arkalarından tüfekle vuruluyordu. Bu vahşet planının planın baş aktörü doğu birinci tümen komutanı general Düfyo idi. Fransız ve Ermenilerce girişilen silahlı saldırının karşısında olan tek isim ise Mustafa Kemal’in güvendiği kişi olan eş-Şeyh Cemil’dir. Eş-Şeyh Cemil, kaçan Müslüman Türklere Adana’nın güneyinde yer alan Obalar bölgesinde kucak açmış, onları korumuş ve yaklaşık olarak 80.000 insanın kurtulmasına vesile olmuştur.
 
Kaç Kaç döneminden sonra bölgede Kurtuluş Savaşı mücadelesi verilmiş, İngilizlerin kışkırtması ve yönlendirmesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan vuran Arap Yarımadası’nın Arapları’nın aksine bölge Arapları yurt ve ulus bilinciyle, emperyalizme karşı mücadele şevkiyle Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvay-i Milliye birlikleri yanında savaşmış ve bu mücadeleye ortak olmuşlardır. Türk-Arap vatan sever bu simalardan bazıları şunlardır: SİNAN PAŞA (TEKELİOĞLU), ŞEYH CEMİL NARDALI, ZEKİ BALTALI (YOLGEÇEN), SÜLEYMAN VAHİT BEY, DR. SALİM SERÇE, DR. İSMAİL HAKKI SOMAY, DIBLANZADE MEHMET FUAT DIBLAN (Belediye Başkanı), KETHÜZADE İBRAHİM BEY, MUSTAFA POLİSÇİ, HÜSEYİN POLİSÇİ, AHMED REMZİ YUREĞİR, POZANTI BUCAK MÜDÜRÜ HULUSİ AKDAĞ, KARAİSALI MÜFTÜS HACI MEHMET ALDATMAZ, SÜLEYMAN CERZUN (Arap köyü olan Kayışlı köyü civarında Fransız ve Ermenilere karşı çatışmaya girmiş ve eşi şehla hanım vurulmuş, hanımını yürüyerek sırtında kayışlı köyüne kadar götürmüş ve çatışmayı bu şekilde sürdürmüştür), HASAN KARAAFAT, ŞEYH GARİPZADE KEMAL EFENDİ, ŞEYH GARİPZADE FUAT EFENDİ VE ARKADAŞLARI (kaç kaç esnasında 298 rehinenin kurtarılması, kurşuna dizilmekten kurtarılması, Fransız ve Ermeni cephanelerinin Kemalist Kuvayi-i Milliye birliklerine aktarılması, Abidinpaşa’daki Ermeni Kilisesindeki vahşeti durdurmaya çalışması Onun ne kadar vatan sever bir zat olduğunun kanıtıdır)
(Atatürk'ün 11 Ağustos 1929'da Adana'ya gelişi ve Şeyh Cemil ile birlikte Adana eşrafından insanlarla görüşmesi)
 
BÜYÜK ARAP ALEVİ ALİMLERİ VE EDEBİYATÇILARI
 
Arap Alevîler içerisinde önemli sayıda ve dikkate değer nitelikte eser üreten âlim ve edebiyatçı yetişmiştir. İslamiyetin temel felsefesinden ve Ehlibeytin ilim ve irfan ışığından esinlenen bu âlimlerin önemli bir bölümü, Hamdâniler Beyliğinin kurucusu Seyfüddevle döneminde veya bu dönemi takiben ortaya çıkmıştır. Çünkü, Seyfüddevle kendisi de âlim ve şair olan, ilim ve sanata büyük önem veren bir devlet adamıydı. Fârabi, İbn Nebâte, el-Mütenebbi, Küşâcim gibi birçok sayıda âlim, gramerci veya edebiyatçısı sarayında barındırmıştır. Bazı önemli Arap Alevi âlim ve fıkıhçılar şunlardır:
Ebû Muhammed Hasan ibn Ali ibn Hüseyin ibn Şu‘be el-Harrânî: Tuhefu’l-‘ukûl ‛an âli’r-resûl (Ehlibeyt’ten Akıllara Hediye) adlı eserin sahibidir. Bu eser, mantıklı kanıtlar ve güvenilir hadisler bakımından oldukça zengindir. El-Harrânî 4./10. yüzyılda Harran’da yaşamıştır. Şia’nın ünlü âlimlerinden Şeyh Sadûk’un çağdaşı, Şeyh Tûsî’nin de hocasıdır.
Ebû Muhammed Yezîd ibn Şu‘be: Hayrı ve hayır yapmayı seven gezgin bir âlimdi. Kâbe’yi tavaf etmiş ve hacda Kirman adasının sahibi Ebû’l-Feth Abdülkerîm el-Kirmânî ile tanışmıştır. Kirmânî’nin adaya gitme davetini kabul etmiş ve oradan da Yemen dolaylarına geçmiştir. Yemen’de İslam’ın hoşgörülü öğretisini yaydıktan sonra vatanına geri dönmüş ve Hama’da vefat etmiştir.
Ebu’t-Tayyib Ahmed ibn Hüseyin: El-Münşid lakabıyla meşhurdur. Daima Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) ve Ehlibeyt’inin mucizelerini konu edinen şiirler okuduğu için el-Münşid lakabıyla tanınmıştır. Güzel yüzlü, yanık sesli bir âlim ve fıkıhçıydı. Gayrı Müslimleri İslam’a davet ederdi. Onun sayesinde birçok Yahudi ve Hıristiyan, Müslüman olmuştur. Bunların bazıları Kur’ânı ezberlemiş ve kendisi ile hacca gitmişlerdir. El-Münşid, el-Cezîm denilen beldede yaşadı ve altmış yaşında hayata gözlerini kapadı. Mezarı 9. İmâm Muhammed el-Cevvâd’ın türbesinin civarındadır.
Ebû Hamza el-Kattânî: Arap dilini ve gramerini çok iyi bilen, dinler hakkında geniş bilgiye sahip olan bir âlim ve fıkıhçıydı. Kur’ân’ı ezbere biliyordu. Tartışmalarda güçlü kanıtlar ortaya koyma yeteneğine sahipti. Bunun yanı sıra karşısında kimsenin duramadığı bir yiğitti. Birçok defa hacca gitmiştir. Hums şehrinde vefat etmiştir.
Ebû’l-Hasan Ali ibn Batta el-Halebî: Kur’ân’ı ezbere bilen, Arap dili ve gramerinin üstatlarından ve kelam ilminin önde gelen âlimlerindendir. İlmî seyahatlerinden birinde İskenderiye şehrine giderken deniz korsanları tarafından esir edilmiş ve bir Yahudi’ye satılmıştır. Bu Yahudi kısa bir süre zarfında Müslüman olmuş, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmiş ve el-Halebî ile hacca gitmiştir.
Haydar ibn Muhammed el-Katî‘î: Arap Alevîlerin önde gelen hadis âlimlerindendir. Bağdat’lı Hıristiyanlardan bir grubu Müslüman yapmıştır. El-Kerh kentinde altmış yaşında vefat etmiştir. Ahmed bn. Hanbel’in yanında gömülüdür. Abdurrahman el-Cercerî: Kur’ân’ı Kerîmi çok güzel okuyanlardandı. Dokuz Yahudi’yi Müslüman yapmış ve onlarla hacca gitmiştir.
Ebû Zerr Sehl ibn Muhammed el-Kâtib: Arap Alevîlerin büyük âlimlerindendir. Seyfüddevle’nin hocalığını yapmıştır. Bu üstat, derin bilgisine ve yüksek şerefine ek olarak hünerli bir edebiyatçı ve usta bir şairdir.
 
Arap Alevîlerin ünlü edebiyatçılarından bazıları şunlardır:
Ebû-l Feth Osman ibn Cinnî en-Nehavî: Arap Alevîler onu İbn Yahya en-Nehavî olarak tanırlar. Onun ünü, edebiyattaki derecesini belirtmeye yeterlidir. Es-Se‘âlibî onun için şöyle der: “O, Arap dilinde büyük bir otoritedir. Edebiyatçıların piridir. Büyük şair el-Mütennebî ile sıkı bir dostluğu vardı. Uzun bir müddet onun şiirini yorumladı, gramerini açıkladı. Edebiyattaki konumunun yüksekliğinden ve değerinin büyüklüğünden dolayı çok az şiir yazdı.”
Abdullah ibn ‘Amr el-Fayyâd: Arap Alevîlerin meşhur ve yetenekli edebiyatçılarındandır. Es-Se‘âlibî onu şöyle tanıtır: Seyfüddevle’nin kâtibi ve dostuydu. Edebiyat alanında ve düzyazıda geniş ufuklara sahipti. Şiirde olsun düzyazıda olsun Arapça’ya çok hâkimdi. Net ifadesi ve güçlü anlatımından dolayı Seyfüddevle sultanların huzuruna ondan başkasını elçi olarak göndermezdi. Es-Sâbî et-Tâcî adlı kitabında ona yer vermiş ve es-Seriyy onu birkaç kaside ile övmüştür.
Es-Seriyy ibn Ahmed el-Kindî: Arap Alevîlerin büyük şairlerinden ve meşhur edebiyatçılarındandır. Es-Seriyy er-Refâ adıyla tanınır. Es-Se‘âlibî el-Yetîme adlı yapıtında ondan şöyle söz eder: “İnci gibi dizelerin ve sihirli şiir değneğinin sahibi es-Seriyy’den haberin var mı senin? Allah aşkına onun dili ne kadar da tatlı, sözleri ne kadar da duru, yeteneği ne kadar da büyüktür. Şiirleri arasında tarih sayfalarına yazılabilecek ve edebiyat panolarına asılabilecek nitelikte şiirler biliyorum.”
Muhammed ibn Ahmed ibn Hamdân: El-Habbâz el-Beledî lakabıyla tanınır. Döneminin en renkli kişiliği idi. Onun gibisine çok az rastlanır. Çünkü o, okuma ve yazma bilmemesine rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i kulak dolgunluğuyla ezberlemişti. Es-Se‘âlibî el-Yetîme adlı eserinde onu şöyle anar: Musul’u içine alan ve el-Cezîre denilen diyarın Beled isimli yöresindendir. Bu yörenin yetiştirdiği en değerli kişiliklerdendir. Onun en ilginç yanı, okuma ve yazması olmamasına rağmen şiirinin güzelliklerle ve ince nüktelerle dolu olmasıdır. Hemen hemen her şiirinde güzel bir anlama veya yaygın bir atasözüne yer vermiştir. Şiirlerinde Alevî olduğunu çoğu zaman vurgulamıştır. Bu isimler tarih sayfalarını inci gibi eserleriyle süsleyen, ilim ve edebiyat hazinelerini pırlanta misali yapıtlarıyla zenginleştiren Alevî âlim ve edebiyatçılardan yalnızca bir kaçıdır.
 
Bunun yanı sıra ilim ve edebiyat alanlarında onlardan geri kalmayan, üretken fikirleriyle onların seviyesinde olan, fakat gözlerden uzak mütevazı bir yaşamı seçtikleri için tanınmayan çok sayıda şahsiyet vardır. “Erdemli insan” mertebesine ulaşmaya gayret eden, şan ve şöhrete değer vermeyen, dünya sahnesine çıkmak yerine yüce değerlerle uğraşmayı tercih eden bu şahsiyetlerden bazıları şunlardır:
 
Ebû’l-Hasan Ali ibn Hamza ibn Şu‘be, Ebû’l-Hüseyin Muhammed ibn Hâmid es-Serrâc, Ebû Muhammed Abdullah el-Kattânî, Ebû Muhammed Abdullah ibn Kutâde el-Ferrâ, Ebû Abdullah Muhammed ibn Müdlik er-Rakkî el-Verrâk, Ebû’l-Feth Muhammed ibn Hasan el-Kâdî (el-Katî‘î lakabıyla tanınır), Muhammed ibn Muhammed el-Bağdâdî (el-Muhelhilî lakabıyla tanınır), İbrahim ibn Osman ibn el-Mustalik en-Nu‘mânî, Safiyyüddîn Haydar ibn Mihver el-Fârıkî (‘Abdu’l-Mümin es-Sûfî lakabıyla meşhurdur), Ebû Muhammed Hasan ibn Muhammed el-Beledî, İmâdüddîn Ahmed ibn Câbir el-Gassânî (Şeyh Ahmed Kırfâs adıyla tanınır), Hasan bn. Hamza eş-Şîrâzî es-Sûfî, Hasan bn. Mekzûn es-Sincârî (emir, mutasavvıf, şair ve filozof), Muhammed Müntecebuddîn el-‘Ânî, Celâleddîn ibn Mu‘ammar es-Sûfî, Abdullah en-Nâsih el-Bağdâdî, İsa el-Edîb el-Bânyâsî ve Ebû’l-Feth Muhammed ibn Hasan el-Bağdâdî. Bu şahsiyetler karanlık dönemlerin aydın fikirli düşünürleriydiler. Yirminci yüzyılın son büyük alim ve edebiyatçıları arasında ise Süleyman el-Ahmed (Allame lakabıyla anılır), Hüseyin el-Ahmed, Yusuf el-Hatiyb, İbrahiym Abdu'l-Latiyf Ma'ruf ve Hüseyin el-Muâlla’yı zikretmek mümkündür. Her ne kadar tarih onları ihmal etmiş olsa da onlar eserleriyle hala aramızda yaşıyor, beğeni ve takdirimizi kazanıyorlar. Onlardan her birinin fikirlerini ortaya koyduğu bir eseri mevcuttur. Onlardan bazılarının ruhi felsefede ve ilahiyat alanında mükemmelliğin doruğuna ulaşan yazılı eserleri, bazılarının da şiirin farklı alanlarında kulakları mest eden, kalpleri esir alan ve ruhları büyüleyen eserleri vardır. Arap Alevilerinin köklü tarihi ve soylu ataları vardır ve adları anılınca çevremize adları, güller nergisler açar.


[1] A. Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı; Halkımızın Kökenleri ve Gerçekleri, Önderler Yayıncılık, Ankara, 1999.
[2] Ş. Günaltay, İ.Ö. Araplar ve Dinleri, Ankara Okulu Yayınları, 1997.
[3] G. Et-Tavil, Arap Alevilerinin Tarihi, Nusayriler, Çiviyazıları, İstanbul, 2000.
[4] Münir eş-Şerif, el-‛Aleviyyûn men hum ve eyna hum (Aleviler kimdir ve nerededirler ?)

 
HAVA DURUMU

 
TAKVİM
 
deneme sorusu
evet
Açılımı Üzerine
 
 
Bize Ulaşın >> MUALLİM HÜSEYİN MUALLÂ << Bize Ulaşın