Her Aydının İslam Dünyasının Geleceğini Düşünme Sorumluluğu Bulunmaktadır

Her aydın dünya görüşü ve inancı ne olursa olsun, kendi ülkesinin ve diğer müslüman ülkelerin ekonomik ve sosyal olarak geri bıraktırılması ve ezilmişliği konusunda kafasını yormak zorundadır.

HER AYDININ İSLAM DÜNYASININ GELECEĞİNİ DÜŞÜNME SORUMLULUĞU BULUNMAKTADIR
 
 
            Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) “ilim, Çin de olsa alınız” öğretisi ve Onun pratikteki uygulayıcısı Hz. Ali’nin (k.a.v.) “bana bir harf öğretenin kulu-kölesi olurum” felsefesi, bilimin ve eğitimin insan ve toplum için en doğru yaşam modelini belirlemedeki rolünü en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Daha sağlıklı ve daha müreffeh bir dünya yaratabilme konusunda bilim ve eğitilmiş toplum çok büyük önem taşımaktadır. Hz. Peygamber ve Onun Ehlibeyt’i, pozitif bilimlerin ve sistemli eğitim programlarının henüz gelişemediği yüzlerce yıl öncesinde bu tespiti yapmakla hem gelecek kuşaklara yol göstermiş hem de düşüncenin ve inancın öncüleri olmuşlardır. Hz. Ali (k.a.v.), oğlu Hz. Hasan’a (s.a.) vasiyette bulunurken, zenginliğin en üstünün akıl, yoksulluğun en büyüğünün ahmaklık, en korkulacak ve korkunç şeyin kendini beğenmişlik, soyun-sopun  en yücesinin ise güzel huy olduğunu bildirmiş, aslında insanlara kabul edilebilir, insancıl, adil, Allah’ın da rızasını alacak ideal toplum sistemleri için bir yol haritası çizmiştir. Hz.Ali (k.a.v.) başta olmak üzere 12 İmam'ın yaşadığı dönemlerde bu anlayış bir çığır açmış, bir çok Yunan ve Hint eseri Arapçaya tercüme edilmiş, bilim ve düşünce adamları belirli yerlerde toplanmış ve evrensel bilgiye ulaşan üniversiteler açılmıştır. 
 
            Ne yazık ki Ehlibeytle temsil edilen söz konusu ilim ve akıl yolu, İslam dünyasının Peygamber sonrası dönemde takip ettiği yegane yol olmamıştır. Hz. Peygamber’den sonra İslam devletlerinin takip ettikleri yol, ganimet hırsıyla yeni topraklar edinmeye çalışan ve bu uğurda kan döken, ezen, aşırı milliyetçilik ve açgözlülük duygularıyla güzel olan her şeyi özünden saptıran, ileri toplum olma ülküsünü yok eden aldatıcı bir yol olmuştur. Bu anlayışın gelişmesinde Halife Ömer’in İslami içeriği bulunmadığı, paganist olduğu ve Kur’an-ı Kerim ürünü olmadığı gerekçeleriyle İskenderiye Kütüphanesini yaktıran dar görüşlü bakış açısı büyük rol oynamıştır. Bu görüşün İslam dünyasına yerleşmesinde, Muaviye ve oğlu Yezid’in empoze ettiği Emevi geleneğinin, ardından Abbasilerde, bilim açısından parlak bir dönem yaşanmasına rağmen egemen hale gelen kabileci, zalim, insan sevgisinden ve evrenselliğinden nasibini almayan zihniyetin büyük etkisi olmuştur.
 
            21. yüzyılda birçok düşünür 1.5 milyar Müslüman’ın çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamayacağına inanmaktadır. Çünkü, dünyada bütün ülkeler enerji, su, açlık ve nüfus artışı gibi sorunlar üzerine bilimsel ve teknolojik çareler üretmeye çalışırken, Müslüman ülkelerin bilimsel gelişme ve eğitilmiş toplum konularında çok geride kaldıkları düşünülmektedir. Asya’daki ve Ortadoğu’daki, Afrika’daki, hatta Cumhuriyet mirasıyla önemli bir fark yaratan Türkiye dahil Müslüman ülkelerdeki ekonomik, sosyal ve demokratik gelişme konularındaki temel göstergeler bu tezi yalanlamamaktadır. Öyleyse, hangi geleneği sahiplenirse sahiplensin, hangi inanca ve hangi milliyete tabi olursa olsun her aydın, önce kendi ülkesinin sonra da dünyadaki diğer Müslüman ülkelerin geleceği üzerine kafa yormak konusunda kendisini sorumlu hissetmelidir. Bu yapılmadığı takdirde ve daha fazla insan aydınlanmadığı sürece, Batılı gelişmiş ülkeler tarafından sömürülme ve ikinci sınıf insan muamelesi görme sorunu bitmeyecek, İslam’ın özünü temsil etmeyen siyasal İslam ya da Müslüman terör gibi sahte cihat arayışlarına gün doğacaktır. Bugün, İran’daki Molla rejimi, Afganistan’daki Taliban rejimi, Suudi Arabistan’daki Vahabi rejimi gibi yönetim biçimleri İslam’daki hoşgörüyü değil, kör inancın yürekleri nasıl katılaştırdığını gösteren düzenleri temsil etmektedir. Müslüman ülkelerde yaşanan Şii-Sünni çatışmaları gibi mezhep üzerinden yürütülen siyasetler, milliyet üzerinden yapılan çekişmeler, kan dökmeler İslam’daki sevgi ve kardeşlik anlayışını da yansıtmamaktadır.
 
            Buradaki temel sorun, özellikle 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın Afrika ile başlayıp Pasifik’e uzanan, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Avrupa’nın gelişmiş bir yan modeli olarak ortaya çıkarılan Amerika ile farklı boyutlarda devam eden sömürgeleştirme hareketlerini eleştirirken, bu süreçte kendi sorumluluğunu ve hatalarını görememekten kaynaklanmaktadır. Avrupa ve Amerika’nın neden oldukları acılar, zulüm ve dökülen kanlar, insanlığın geleceğini tehdit eden kaynak israfı elbette onlar adına esef verici bir durumdur ve Allah katında bunun bir bedeli olacaktır. Ancak, burada Müslüman aydının öncelikle bu duruma nasıl düşüldüğü konusunda, İslam-Hiristyan polemiğine girmeksizin, araştırmalar yapması ve halkını aydınlatması gerekmektedir. Bugün, petrol zengini şeyhler, sultanlar ve büyük tekeller oluşturarak sadece kârlarını arttırmayı hedefleyen işadamları da Müslümanları temsil etmemektedir; onlar sadece sömürü düzenini kuranlarla işbirliği yapmaktadır. Geriye kalan insanlar ise eğitim, sağlık ve temel insani değerlerle ilgili çok ciddi sorunlar yaşamakta, aslında içten içe kızdıkları Batı’ya göç etmeyi hayal etmektedirler.
 
            Bu durumda aydının esas görevi; bir dönem sosyal bilimler ve doğa bilimlerinde büyük eserler üreten, Batılı ülkeler açlık, sefalet ve hastalıklarla uğraşırken eğitim merkezleri kuran İslam dünyasının nasıl ve neden sonraki dönemlerde gelişemediğini incelemek, bilimsel ve teknolojik geriliğinin nasıl önleneceği konusunda çalışmalar yapmaktır. Bilim ve eğitim sorunları çözülmeden, açık zihinli, özgür düşünceli insanlar yetiştirmeden sadece demokrasi gibi içeriğinin çok yönlü doldurulması gereken bir olgu üzerinde durmanın hiçbir yararı yoktur. Türban gibi kendisi sözde dinsel, ancak hedefi siyasal ve ekonomik olan yeni yaşam biçimleri yaratarak İslam’ın da modernleştiğini ileri sürmek abesle iştigaldir. Küresel sermaye oligarşisinin ve vahşi kapitalizmin ideolojisini İslami unsurlarla süsleyerek Müslüman demokratlığından bahsetmenin ise yalnızca belirli çıkar gruplarına hizmet edeceği aşikârdır.
 
Müslüman coğrafyadaki her aydın, kendi toplumlarının rotasını Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.), Hz. Ali (k.a.v.) ve evlatlarının başta ifade edilen düşünce ufkuna çekmeye uğraş göstermelidir, din adamlarına Kur’an'ı Ehlibeyt ile yorumlama çağrısı yapmalıdır ve İslam’ın evrensel ve insancıl bakış açısını yok eden, doğru bilgiyi unutturan, para gibi maddi araçlarla göz boyayan Emevi’ lerden, Abbasi’lerden kalan köhnemiş, kokuşmuş, kavimci, cemaatçi hem dinin güzelliğine hem de insanların gelecekle ilgili umutlarına kâbus olan zihniyet ile mücâdele etmelidir. Günümüzdeki modernlik anlayışı eğer Batı kültürünün bir mirası olarak gelişmişse, en azından bu anlayışın insani ve ahlaki olan değerleri üzerinden hareket etmeyi öğretmelidir. Tarihte tıptı bir sarkaç hareketi gibi gerçekleşen ve bilgi, eğitim ve teknolojinin üretimiyle Doğudan Batıya kayan güç ve enerji hareketinin, yeniden Doğuya doğru yönlendirilmesi ancak bu sayede gerçekleşebilir.
 
            Bu noktada aydının ya da âlimlerin, din adamlarından ya da ibadet edenlerden daha önemli bir görevi vardır. Kur’an-ı Kerim’in, “kulları içinde ancak, âlimler Allah’a karşı derin saygı duyarlar” (Fatır, 28), ifadesi âlimlerin üstlenmeleri gereken bu görev ile ilgilidir. Bu bağlamda, Resûlullah’ın birisi âlim, diğeri âbid (ibadet eden) iki kişi zikredildiğinde söylediği söz manidardır: “Âlimin âbid üzerindeki fazileti, benim içinizdeki en aşağı kimseden üstünlüğüm gibidir. Allah’ın melekleri ve gök ehli, hatta deliğindeki karıncalar, denizdeki balıklar bile insanlara hayır öğretene dua edip hayır dilerler”.
 
 
HAVA DURUMU

 
TAKVİM
 
deneme sorusu
evet
Açılımı Üzerine
 
 
Bize Ulaşın >> MUALLİM HÜSEYİN MUALLÂ << Bize Ulaşın